28 Mayıs 2021 Cuma

OĞLAN BİZİM KIZ BİZİM

Ülke gündemi bir süredir mâlum. Sirk gibi. Gerçekten inanamıyor insan. Hayret ve dehşet içinde gelişmeleri izliyorum ben de herkes gibi. An ve an. 

Yapılan bir araştırmaya göre, ortalama bir Türk insanının telefon ekranına bakmadan geçirebildiği süre maksimum 13 dk.ymış. Hey yavrum hey! O 13 dk.da 10 tarih kitabı yazacak kadar konu birikiyor bizim memlekette. Yani maazallah, bu 13 dk’lık arayı biraz uzatacak olsak, ülke olarak başka bir gezegene bile taşınmış olabiliriz. O derece. Bunu bi Avrupalı asla anlayamaz.  

Şöyle bi bakıyorum da, gündem için klavye başında kendini paralayan biricik grup, sosyal medyanın işçi sınıfı da diyebileceğimiz, çilekeş Twitter câmiası sanki. Gündemin ağırlığını üzerinde taşıyan, bunun için gerçekten kafa yoran, yürek üzen tayfa onlar. O kadar çok tweet akışı var ki, ucunu kaçırdım. Bıraktım artık okumayı, çünkü hızına yetişemiyorum. 

Kasmayın oğlum bu kadar, az biraz relaxxxx yaw. Siz mi kurtaracaksınız lan bu memleketi? Bakın İnstagram akışında her şey güllük gülistanlık. Ohh, kebap! Kimsenin umru diil. Instagram fenomenleri, bikinili yeni yaz kombinleri ve yaz makyajı önerileriyle  hiçbir şey olmamış gibi son hız Reels’de akmaya devam ediyorlar. Siz de bulun bi zengin sevgili/eş, olsun bitsin! Siz de ucundan ilişin bu kombin-makyaj-kombin-makyaj-kombin-makyaj döngüsüne. Erkek kullanıcıysanız da, zengin kızı sevdiceğinize kameramanlık filan yaparsınız artık adalarda modalarda. Oh, bee! Bu memleketin aksiyonu, derdi bitmez aslanım. Yol yakınken dönün. İç güveysi olun. Çatır çatır yiyin kayınpederin parasını. 

Ekşi’ciler, sizi de katıyorum hedef kitleme! Dert babası ettiniz beni oku oku. Yeter lan! Ortası yok mu bunun oğlum? Tek bir entry bile okuyacak halde değilim valla artık. Dünyamı kararttınız resmen. Teslim! Televizyon ve gazeteleri ise kafadan pas geçiyorum. Ha var, ha yoklar! Nasıl bi memleket olduk biz ya? Hangi ara bööle açık ara muz cumhuriyetine dönüştük? 

Hiçbirine tahammülüm yok bugün. Skaaaaaaaaaa! 

Sıfır tolerans! 

Hadise beybisi mode on! Cabin crew slides armed and cross check! (Reza Amerika’da bizi bekler!)

Özetle, bugünkü post gündemden oldukça bağımsız, çok çok ben ve içimden geldiği gibi olacak. Yine hiç plânlamadan, gelişine! 

Hadi başlayalım, haaaaay Hâk! 

Her aşık biraz gülünç gelir dışardan bakanlara. Ve her aşk biraz gülünçtür sanki biraz o sırada aşık olmayan ‘ötekilerin’ gözünde. Asıl acıklı olansa, bir sevdalının aşkının sevdiği kişiye komik gelmesidir. Ama aşk deliliktir zaten, akıl işi değil. Deli görünce güler ya da acırız ya... vah vah! Ancak ‘mutlu’ olabilmek için sevdiğinle birlikte delirmek gerekir. Bak, birlikte dedim. Çünkü aşk iki kişiliktir. Eğer tek taraflıysa, gerçekten delirebilir de insan. Düşünsene bildiğin Bakırköy’e kapandığını, hani şu haberlerde çıkan kendini peygamber sanan deliyle aynı yerde olduğunu. Gerçi deliliği tescillenmediği için birlikte yaşamak zorunda olduğumuz nice zır deli var hayatımızda. Deli deli kulakları küpeli. Katlanıyoruz it gibi hepsine. Delirmek pahasına! 

...

Fernando Pessao imdadıma yetişiyor. 

Gülünçtür/ Bütün aşk mektupları/ Aşk mektubu olmazlardı/ Gülünç olmasalardı diyor ölümünden kısa bir süre önce yazdığı dizelerde. 

Ama sonra bu dize akımını bin oktav hoplatıyor:

Ama aslında/ Yalnızca aşk mektubu/ Yazmayanlar/ Gülünçtür

Yıllardır sahaflardan bulduğum aşk mektuplarını biriktiririm. Benim koleksiyonum bu. Hem deliyim, hem gülünç yani ben de bir ucundan. Bilmiyorum, neyim ben?  

Çoğu yarım kalmış mektuplar bunlar. Bazıları ilk aşk itirafları, bazıları da hüzünlü ayrılık mektupları. Ya savaş, ya mesafe, ya tüberküloz ya da din farklılığı yüzünden yarım kalmış hikayeler var bu mektuplarda. Çoğu mektubun devamını bulamıyorum ve o hikayenin sonunu kestiremiyorum. Merak ediyorum, kavuşmuşlar mıdır acaba? 

Kafka’nın da dediği gibi; 

Mektup yazmak, hayaletlerle düşüp kalkmak gibi. Mektuplarda yolladığınız öpücükler asla ulaşmıyor yerine. Yolda hepsine hayaletler el koyuyor.

Yalayıp yutuyorlar onları. 

Genelde insanlar ihanet etmez, hep mektuplar ve kelimelerdir ihanet eden. Seni sonsuza kadar seveceğimler, sensiz yaşayamam, ölürüm lafları hep kelimelerin ihanetidir. Kafka, Nazım Hikmet ve hatta Stendhal bile mektup hayaletleri ve kelime ihanetlerinin kurbanı olmuşlar. Dünyanın en büyüleyici aşk mektuplarını yazan bu adamlar bile sadece kelimelerle aşk yaşamışlar. Belki bir cümle 100 kere sevişmeyle aynı hazzı vermiş. Zarf açıldığında içinden yayılan koku, 10 saat bir kadının göğsünde uyumaktan daha esrarlı gelmiş. Yani senin anlayacağın, insanoğlu aşkı sevse de, aşk acısı çekmeyi hep daha çok sevmiş. 

Şimdi diyeceksin ki, nerden icâb etti böyle bi post yazmak? Cevabı basit. Çünkü Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları nihayet okumayı bitirdim. Bu elimdeki basımı dolu dolu tam 400 sayfa. Koleksiyoncu geçinen biri olarak bunca zaman bu mektupları okumadığım için utanmam lâzım, değil mi?

İmkânsız aşkı ve uzak mesâfe ilişkisini belki de en iyi betimleyen eserlerden biri Milena’ya Mektuplar. Kafka ve Milena, yıllarca mektuplaşmışlar. Yıllarca. Çünkü Milena evli ve bu durumda kavuşmaları imkânsız. Seviyorsan candan, boşan gel kocandan devri değil bu. Ne olursan ol, yine gel değil devri hiç değil! O dönemde bi kere evlenmiş bulundun mu, artık ölüm seni ayırıncaya kadar! Aralarında çok ciddi bir yaş farkı olması ayrıca katmerlemiş bu imkansız aşkı. Bunca engel yetmezmiş gibi, bir de farklı dinlere mensuplar ve üstelik Kafka yahudi! Öyle olunca mektuplar üzerinden yürümüş ilişkileri. Çok büyük bir aşk. Kavuşamadıkça büyümüş de büyümüş. Öyle büyümüş ki sonunda, ancak Kafka’nın ölümüyle nokta konabilmiş bu aşka. Ne gülünç, ne deli işi geliyor kulağa şimdilerde değil mi? 

Milena’nın Kafka’ya cevaben yazdığı mektuplar olmadığı için, - vasiyeti üzerine yakılmış çoğu -bu aşk hikâyesi eksik kalıyor okurken. Sadece Kafka’nın mektupları var. Hoş, o da ölünce yakılmasını vasiyet etmiş bu mektupların ama öyle olmamış. Olamamış. En yakın arkadaşı, Kafka’nın vasiyetine rağmen mektupların yayınlanmasına izin vermiş. İyi ki de vermiş. Neden mi? İnsan duygularına ve aşka olan inancını artık kaybetmiş olan herkesin okuması gereken mektuplar bunlar da ondan. 

Özünde gamlı, kasavetli mektuplar aslında. Üzüyor insanı yaşanamayan şeylerin ağırlığı. Ama Kafka’nın aralara serpiştirdiği espriler de var. Milena’yı gülümsetmeyi başarabilmiş midir, bilmiyorum. Ama beni gülümsetti. Kafka’nın korkaklıklarına tanık olduğum pasajlar var; işten atılacağım, patron azarlayacak vb. gibi. Hani böyle beyaz atlı prens hiç değil. Ama dürüstlüğüyle tüm prenslere bedel. Kendini tanıyor, sınırlarını biliyor. Pembe panjurlu ev vaat etmiyor. Bir yahudi olarak yaşamanın zorluklarını anlattığı pasajlar öyle etkileyici ki. Çok sevdim. Çok samimi çünkü. 

En etkileyici pasajlardan birine gelince; işte ordan bir alıntı yapmak şart: 

Kesin olarak bildiğimiz az şey vardır şu yeryüzünde. Ama şunu iyi biliyoruz ki Milena: biz hiçbir zaman bir arada olamayacağız seninle. Aynı evi, aynı teni asla paylaşamayacağız. Aynı masada bile oturamayacak, hatta aynı şehirde bile yaşayamayacağız. 

Belki de kitapta okuduğum en umutsuz paragraf buydu. Derin bir nefes almak gerekti. 

Mektuplarda Kafka’nın mektuplaşmayı hem bırakmak istemesi -çünkü bunun böyle gitmeyeceği- hem de Milena’dan gelen her mektubu son mektupmuş gibi korkarak okuması da ayrı yürek burkuyor. O korkuyu her defasında hissediyorsunuz. 

Peki, Kafka’nın yazdığı mektuplardan bir pasajı Çaylak Yazar yorumuyla, günümüze uyarlayıp yeniden yazsak, nasıl olurdu? Bu postu işte o satırlarla bitiriyorum: 

Sevgili Milena, 

Peder beyle yine papaz olduk. ‘Ne eve kapanıp kalıyorsun?’ dedi. Kendisine uzun bir mektup döşedim, verip vermicemi bilmiyorum. Bütün gün klavye başında olmama uyuz oluyo herif. Sana ne .mk, ben sana karışıyor muyum?

Afedersin Milena, bazen çıldırıyorum. Yemin ederim. Hayır, bi gün dalacam o olcak. Neyse. What’sappa alışamadım. Zaten dünyaya alışamadım. Teknoloji ile başım hoş değil. Geçen iş yerinde lavuğun biri çıktı, ‘Franz abi niye bize takılmıyon, gel gecelere birlikte akak’ dedi. O an buz gibi oldum Milena. Ulan hırt, Covid var Covid! Bi bana mı var bu soktuğumun pandemisi? diyemedim tabi. Bunca aydır daha bir kez olsun test bile vermedi .bneler! Beni ise her iki dalga birden vurdu! Bu nasıl bahtsız bedeviliktir abi? İnsanları zaten sevmiyorum. Bu da tuz biber oldu anasını satiim. Kurumsal bir tedirginlik içindeyim. Patron her an kıçıma tekmeyi basabilir.  Bu sabah karmakarış rüyalar gördüm. Hayrolsun. Karnım şiş. 6 tane bacağım varmış gibi hissediyorum. Sana bu mektubu arka soldakiyle yazıyorum. 

Sevgili Milena, Prag’a gelirsen sana çok anlatacaklarım var. Bu mektubu okuduktan sonra yırt at. Aman! Kocan olacak o denyonun eline geçerse anamızı ..... . Neyse. Yine kafam karıştı. Dışarıda yağmur yağıyor. Ah Milena, ne hatunsun yaw! Gözlerinin karası yaktı beni! 

Hasretle, 

Sadece senin olan Franz. 

Başta Kafka ve Milena olmak üzere, tüm sevip de kavuşmayanlar için gelsin o hâlde.

İmkânsızlığından sebep, büyüdükçe büyüyen aşklara! 

Eskilerden gidiyoruz bugün:

>>>>>>>

Çok seviyorum.

The Macarons Project- Fly me to the Moon

Dün akşamki dolunay




22 Mayıs 2021 Cumartesi

SON BOYUN BÜKÜCÜ

Napıyonuz? 

İyilik var mı? Sağlık var mı? 

Kek var mı? Çay var mı? 

Ooooo, süpermanmış o zaman. 

İyi Cumartesileeeeeer!  gibi, gevşek mi gevşek bir giriş yapmak istesem de, yapamayacağım ey ahâli! 

Nassıı kötüyüm, anlatamam. Boynum feci tutuk. Bildiğin kilit! Hiiiiiç keyfim yok. Nerdeyse haftası geldi. Aslında düzeliyor gibiydi, ama dün yine kilitlendi. Çünkü terli terli çok pis rüzgâr yedim. Neme gerek onca yol pedal çevirmek benim, ha? Kendimi hâlâ 18’lik çıtır zannediyorum. Biyolojik yaş gerçeği insanın yüzüne bööle zamanlarda tokat gibi çarpıyo işte! Allah’ın sopası bööle bişe olsa gerek. Yandan yemiş, yamulmuş bi halde oturuyorum- bile diyemiciim. Acı çekiyorum çünkü oturunca. Bildiğin yatak döşek yatıyorum! Evet, yatıştayım. 

Küçük Emrah: Temsili ben

Ben kendimi bildim bileli olur bu aslında, yılda birkaç kez mutlaka boynum tutulur. Ama sonra hemen kendiliğinden geçer(di). Gel gör ki bu defa geçmedi. Artık boynuma yakı yapıştırma yaşım gelmiş sanırım. Gerçi eczacı yakı işe yaramaz dedi. Bir torba ilaç, bi de leşşş kokulu bi merhem tutuşturdu elime. Mayıs sıcağında boynuma doladığım yün şal ile dükkandan çıkarken kendimi hacenne gibi hissettim. Skinny jean giyiyor olmam bile epeyce bi dağılan şekil-şimâlimi kurtarmaya yetmedi. 

Jelgo Jel diye bişi önerdi bugün bi arkadaşım. Olmazsa bi de onu deniycem. İnşallah toparlarım. Peki ya hiç iyileşemezsem? Ya bi daha boynumu hiç çeviremezsem? Ya boynumu her döndürmem gerektiğinde, hep böyle sandalye/koltukla birlikte dönmem gerekirse? Bunları düşünüyorum şu an yattığım yerden. Valla bak. Bi gözüm toprağa mı bakıyo nedir? Anlamadım. Yakı yapıştırma yaşı, aynı zamanda doktor fobisinin de başladığı bi yaşmış meğerse. Doktora gitmekten hiç tırsmadığım kadar tırsıyorum çünkü. Bi önceki postta ölümsüzlük peşinde koşarken, bu postta malulen dünyalıyım. Nerdeeen nereyeeee. N’olur dua edin de iyileşeyim. Valla çok kötüyüm. 

Üç kat yastıkla desteklediğim boynumla, yattığım yerde yapabileceklerim hâliyle çok sınırlı. Kalkınca çok ağrım oluyor. Ben de bu yüzden tüm gün YouTube videolarına ve Instaya sardım. 

Geçenlerde (boynum hacamat olmadan önce tabi) 7 Steps to the Perfect Girl’s Profile Picture diye bişey okumuştum. Şimdi linkini yükleyim, siz de okuyun diye arattım ama bulamadım. Amerikalısı, Fransızı, Hintlisi, Papua Yeni Ginelisi fark etmeksizin, ulustan bağımsız harika profil fotoğrafını çekilmek için verilen çabayı anlatan çok geyik bir yazıydı. Öyle olunca arkadaş listemdeki kadınların Insta profil fotoğraflarına daha bi alıcı gözle baktım bugün. 

Bir baktım ki, Allaaaahh! İnstagram umrumda değil, zaten ayda yılda bi giriyorum diyen (yalan) ve muhtemelen hiç Türk dizisi izlemeyen (yalanın tillâhı) ekip bile bu tufanın bodoslama içinde aslında. İşin garibi, asıl dikkatimi çeken Türk erkek profil fotolarının bu konuda daha bi atakta olduğu. Kadınlardan daha seksi pozlar veriyorlar artık. Vallahi de billâhi de daha çok özeniyorlar; yandan yandan çekmeler, yanar dönerli bi takım profil fotosu olmak için doğmuş pozlar. Ve artık Türk erkeği de dudak pozuna yatay geçiş yapmış, henüz Kemal Doğulu tipi dudak dolguları olmasa da... Çok yakın gelecekte o da olacak gibi. 

Onu anladım. Bakıyorum da dudaklar aralanıyor filân, uuuuu lö yerli yağız crew. Ve erkeklerin mutlaka havuza atlamadan önce veya deniz kenarı çıplak bi pozu olacak fetvasını kim verdiyse, onu ense kökünden yakalamak ve kafasını thai yağında marine etmek istiyorum. Oğlum, Kıvanç Tatlıtuğ musunuz? Bu özgüvenin kaynağı ne? İnsanı erkek vücudundan soğutan evli ve çocuklu ilkokul arkadaşımın fiziğini gördükten sonra, ruhta yaratılan bu tahribatın hesabını kim verecek? Koy efendi gibi gömlekli fotoğrafını oraya, aga! Neyine lâzım senin 2 santimlik omuzlarını açmak ya? David Beckham sanki aybalam. Nasıl bir özgüven, denize atlamalar, gerilmeler falan. Yeri geldiğinde ‘manda gibiyim karıcım, lütfen beni çekme’ demek bir erdemdir. Senden Chris Brown baklavası istemiyor kimse.

Her Türk erkeği gibi, yap Dukan’ını, rahvan gitsin. Karılarınızı zayıf görmek isterken iyi tabee. Ayrıca bi kadın koysa öle havuz başı, deniz serpilme pozlarını, demediklerini bırakmazlar. Kızdım bak iyice şimdi. Feminist yaptınız beni akşam akşam zorla yaa. 

Boynum valla çok kötü. İyileşmem için dua eden herkese şimdiden lö şükran! Allah’ım nolur iyileşeyim! 

Yasaklı bir başka Cumartesi akşamında, İbo Şov Angaralılar Gecesi’ni izlerken keklik gibi sekiyor olabilirdim şu an. Oysa ben, Boynu Bükükler filminin Küçük Emrah’ı gibiyim. Boynum gerçekten bükük, 45 derecelik açıyla sola kayık! Film afişindeki Emrah gibiyim, aynıııı. Tastamam aynısı. 

Mayıs 2021 terk-i diyâr ediyor ömrümüzden. Bi daha Mayıs 2021 diye bişii olmıycak mesela. Tıpkı Mayıs 2019’un bir daha asla olmadığı gibi. Özlüyorum çok. Hem de çok. Çok. Boynum mecâzi anlamda da bükük yani bi anlamda bugün. Çünkü bugün, o gün.

>>>>

O zaman, dinle.

Emrah- Boynu Bükükler

11 Mayıs 2021 Salı

BELE BELE

Mübârek günlerdeyiz. Bugün tatavaymış (valla bööle bi gün olduğunu daha yeni öğrendim), yarın ârefe (onu biliyoz canım artık, yok ya, naptın!),  sonra bayram (en güzel çocukluk hatıralarım!). Kişisel tarihimin en hızlı geçen Ramazan’ı olabilir bu. Açılma kapanma derken, bitti gitti. Nasıl geçti, valla anlamadım.

Hayatın kendi kendini yenilediği bir başka baharı yaşıyoruz. En güzel mevsim! O yüzden evde olmak çok koyuyor. Özellikle son bir haftadır hayatın çok kısa olduğunu düşünüyorum. Sanki yetmeyecekmiş gibi geliyor bana gelecek baharlar. Bunu kaçırırsam, bir sonraki bahar sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Öyle bir his. Tövbeee bismillâh! Ağzımdan yel alsın ama, di mi? Amin amin. Çok amin. Genciz. Genciz daha. 

Daha dün doğanlar, bir bakmışsın nasıl da büyümüş. Daha geçenlerde markette karşılaşıp selamlaştığın bir insan, bugün duyuyorsun ki Covid’den ölmüş. Öyle genç ki.

  “Allah rahmet eylesin, iyi bir insandı.” 

deyip işine gücüne dönüyor bu haberi bana aktaran kişi. Haklı. N’apsın? Hayat devam ediyor. Kaçıracak bir dakika bile yok. Bense hâlâ düşünüyorum. Bunca çaba, emek, mücadele... İyisiyle, kötüsüyle... Sonra Yaradan’ın rahmetine sığınıp, yok oluyorsun, bir cümleyle. Hepsi bu. Bu. Allah rahmet eylesin. Nassı yani? Hepsi bu olmamalı. 

Neyse ki “Kötü biriydi..” diyen yok allahtan. Öyle olsa bile. Kim yasak etmişse ölünün arkasından konuşulmaz diye, çok iyi yapmış. Güzel bir gelenek. Çünkü hepimiz iyi insanlar değiliz. Hele bazılarımız var ki, isimlerini açık etmeyeyim şimdi burdan. Onlar kendilerini biliyo. Artık yaradanla kendi aralarında. Tövbe edip yola gelirler belki bi umut, olur ya.. Ölümlü dünya, dank eder belki bu denyolara! 

Al sana tablo, lö okur,  yersen tabi. Bu rakamları kafadan en az bi 10’la çarp sen, en iyi ihtimalle tabi. En iyi ihtimâlle. Çünkü iyimserliğim çok üstümde bugün. 

Bu ölüm kalım mevsiminde, ölen ölüyor, kalan kalıyor

Ölen öldüğüyle kalıyor. Ruhuna el-Fâtiha

Kalan ise, ölüsünün hatıralarıyla. 

Hangisi daha zor, bilemiyorum. 

Ölümlü olduğumuzu biliyorduk da, her an bu kadar gözümüze sokulmuyordu bu Covid belâsından önce anasını satiim. Hatta ölümlü olduğumuzu çoğu zaman unutup, dünyaya kazık çakmaya geldiğimizi düşündüğümüz, gözümüzü hırs bürüdüğü zamanlar oluyordu

Those were the daysmiş valla. Kıymetini bilememişiz.

Uyuduğum zamanlar için bile pişmanlık duymaya başladım. O noktaya geldim artık. Hep hep hep yaşasam istiyorum. Çalacaksa zamanımdan, gözümü dâhi kırpmamalıyım. Sadece Ramazan’ın değil, kafayı yemenin tatavasındayım. 

Hayat ters köşe yapıp, Alaattin’in sihirli lâmbasını ve uçan halısını bana verse. Uçan halıda uçarken bu dünyanın çivisini çıkaranların üzerine bir güzel tükürsem, haaaa? Lâmbadaki cinin bana tanımladığı Dilek haklarımla her şeyi güzelleştirsem. Mahşere, nefse, günaha, sevaba, sınava, hesaba-kitaba filân gerek kalmasa? Hepimiz ölümsüz olur, gül gibi yaşar gideriz ey güzel Allah’ım! 

Bu yoldan gitmeyi tek akıl eden sivri zekâlı bir ben olamam tabee, tarihte bir örneğim daha var çok şükür. Allah’tan var ki daha çok saçmalayıp, ileri gitmiyorum. Durup düşünüyorum. İbret alıyorum. 

Tabi ki bizim Gılgamış’dan bahsediyorum. Adam var ya, kral kral! Uruk şehrinin kralı hemi de! (Bağdat yakınlarıymış şimdilerde) 

Senin-benim gibi sefil bir dünyalı değil yani! Çok kral adam! 

Üstelik, tanrıça bir anneden doğduğu için üçte ikisi tanrı olan ve boyu on metreye varan bir yiğido. Hey yavrum hey. Tüm hayatı, güç, iktidar, kahramanlık, zenginlik ve sefahat içinde geçiyor. Karı kız desen, gırıla gidiyor. Dünya şeyinde, ahiret şeyinde bir şahsiyet. Allah’ın en sevgili kulu. 

...ama babası bir Ademoğlu olduğu için,  üçte biri de insan gel gör ki. Anasına çekeymiş iyiymiş. Ama zavallım baba tarafına çekmiş. Ondan sebep kendisi de bir ölümlü. Nefesi sayılı. 

Çok sevdiği kankası Enkidu vadesi yetip ölünce, Gılgamış ağlayıp sızlıyor, kederden deliye dönüyor. Ne yaparsa yapsın, geri getiremiyor onu. Tabi bu arada dank ediyor kendinin de sefil bir Ademoğlu olduğu ve günün birinde öleceği. Ölüme ne yiğitlik ne de krallık kâr etmiyor! Hâl böyle olunca, tutuşuyor adam bildiğin. Yusuf. Hemi de nasıl yusuf yusuf. 

Ölüm onu bulmadan, o ant içiyor ölümsüzlüğün sırrını arayıp, bulmaya. Düşüyor yollara. Az gidiyor üz gidiyor. Dere tepe yardıra yardıra gidiyor. Buluyor da sonunda ölümsüzlük otunu. Ancaaaak; otu yiyemeden, yolda bir yılana kaptırmasın mı? Denyo işte! 

Yılanların her yıl deri değiştirip, yenilenmeleri; bu ölümsüzlük otunu indira gandi yapan Gılgamış’ın yılanına rivâyet edilir işte yüzyıllardır. 

Dönüş yolunda, ölümsüzlük otunu yılana kaptırdığı için ibiği yere düşmüş, bir ölümlü olduğunu çaresizce kabullenmiş yürürken, bilge Utnapiştim (Nuh peygamber olduğu varsayılıyor) ile karşılaşıyor Gılgamış. Ağlıyor ona bi güzel, ‘Abiiiiii’ diye. 

Utnapiştim ne cevap veriyor dersiniz?  

“Abinin tâaa!” diyemiyor tabi. Mürekkep yalamış, ermiş adam. Bozamıyor ağzını.

“Benim adım Utnapiştim! Ben bu oyunu bozarım!” diyecek hâli de yok herhalde. Ermiş ama, o da bi yere kadar. Neticede ondan büyük Allah var! 

“Otur kalk, Allah’ına şükret Ademoğlu!”diyor, ne diyecek!

Ahan da bu kafam kadar taş tablet, yalan mı söylüyor yani? Alın, inanmazsanız okuyun! He hee. Sümerceniz yok ama, de mi? Benim de yok. Peki, ne halt ediceez şimdi? 

Hadi hadi, insanlığı görün! Metnin özüne sadık kalarak yapılmış bir çevirisini buldum. E, kolay olmadı. Hakiki Sümer tabletlerinde belirtildiği üzere, Utnapiştim, Gılgamış’ı teselli etmek için tam olarak şunları söylüyor;

Ne kadar da doğru. Her bir kelimesi. Altına imzamı atarım. O derece. 

Hayatın anlamını çözmüş Sümer ahâlisi. Siz hâlâ neyin peşindesiniz gencolar?

An bu an. 

Her salise adım adım ölmekteyiz, tabi eğer ölmekten anladığımız, fiziken yok olmaksa. Ya Allaaaah!  

Bakın, Gılgamış ölmesine ölmüş, ama geride bıraktığı hikâyesiyle nasıl da ölümsüz olmuş. 

Bu tatava gününde (yeni öğrendim böle bi gün olduğunu, pekiştirmek için çümle içinde bi daha kullanıciiim) yeni postumun ana kahramanı oldu. Ben yazdım, siz okudunuz hikayesini. Henüz tanışmamış olanlar da, tanıştı kendisiyle. 

Yüzyıllar sonra. İnsanlık var oldukça, hep anılacak ve hatırlanacak Gılgamış. Bu ölümsüzlük değil de ne şimdi?

Demek ki maharet ölümsüzlük otunu yemekte değil. 

Peki ya biz? Nerde ve nasıl öleceeez? Hiç düşündünüz mü? Bizi hatırlayan bir Allah’ın kulu olacak mı yüzyıllar sonra, haaa? 

Aya ayak basacak halimiz yok. Ekipman yok bi kere. Bi de çoktan basıldı zaten. Yeni bir kıta keşfedecek de değilim şahsen ben bu saatten sonra, hepsi çoktan keşfedildi lanet gitsin ki! Covid aşısını da buldular zâti. O fırsatı da kaçırdım. 

Peki biz napcaz hatırlanmak için, lö okurlar? Nası tarihe geçecez, haa? Deyiverin. 

İşte bele bele sorular. Bana beleee belee soldan geliyorlar. 

Bunlar, 10 günü geçen tam kapanmanın bünyeme yan etkileri hiç kuşkusuz. 

Gerçi benim lö blög var işte, havadan sudan yazıyorum, kendimce anlatıp duruyorum burda bişiler. 

 Siz kendi derdinize yanın lö okurlar! 

İnternet varoldukça bu postlarla birlikte ben de var olacağım. Yaaa! Bu dünyadan bir Çaylak Yazar geçti diyecek okuyanlar, bu ölümlü bedenim toprak olduktan çok çok sonra bile. Ayyy, içim bir tuhaf oldu! Tövbe diyim! Gencim daha. Gencim gencim. 

Gılgamış vs. Çaylak Yazar. 

Hangisi daha ölümsüz? 

Bahisler açıldı, buyurun. 

Boy ölçüştüğüm adama bak hele bilog, öyle de mütevaziyim. Bana çoktan 2,500 yıl fark atmış durumda. Bu gölü çıkarmam imkânsız. 

Vazgeçtim. Teslim teslim! 

Ölmeden önce Nobel Biloog ödülü filân alırsam belki. 

Helâl lan sana, biloog! Beni ölümsüz yapabileceğini bugüne kadar hiç düşünmemiştim, aklımın ucundan bile geçmeyen bir şeydi bu! En az Gılgamış kadar kralsın! Helâl sanaaa!

Yeni bitirdim, ilgiyle okudum. İyi kafa yaptı bu postta okuduğunuz üzere. Tavsiye ederim. Gılgamış’ın selâmı var bu arada hepinize. 

Bitirirken... 

Hepinize tatlıları ve çikolataları kafadan gömmeceli, mutlu ve sağlıklı bir bayram diliyorum.

Bu sene mesafeliyiz mâlum, gelecek sefere inşallah eskiden olduğu gibi muaahh muaah can hatice olmak dileğiyle. 

Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim. 

Kalbimde hepinizi forever sevecek kadar yer var! 

Kalın sağlıcakla! 

Mutlu bayramlar…