31 Aralık 2020 Perşembe

MUTLU YILLAR

Bir süredir direndiğim, her olumsuzluğu bir şekilde olumlamaya çalıştığım halde sonunda yenildiğim, düşmemek için çabaladığım o depresyon çukurunun tam da kıyısındayım artık. An meselesi çukurun dibini boylamam. Hafif bir esinti bile alıp savurmaya yetecek beni. Öyle güçsüzüm. Aslında yeni bir şey değil, epeydir böyle. Ama ‘Yok ya, iyiyim iyi’ diye diye yolun sonuna gelmişim. Geçen hafta çok daha iyi anladım bunu.

Güneş var, ama ben onu artık görmüyorum. Işığım sönmüş gibi. Mutsuz değilim ama mutlu da değilim. Hiçbir şeye hâlim yok. Her gün öğleden sonra fazla mesai yazmaya başlıyorum. 


Çünkü, uzunca bir zamandır; 

*Pandemi süresince ölen veya yakınlarını kaybeden insanların haberini aldıkça, 

*Nerdeyse bir yıldır, çok zor şartlarda, canı pahasına çalışan sağlık personeli insanların hayat hikâyelerini okudukça/izledikçe,

*Pandemi yasakları nedeniyle işinden olanları ya da işyerini kapatmak zorunda kalanları duydukça,

*Yakın zamanda meydana gelen depremde hayatlarını, sevdiklerini, evlerini ve hatıralarını yitirenleri düşündükçe, 

*Her gün toplu taşımayı birkaç kez kullanmak zorunda kalarak, çok çalışıp, evine ekmek götürmek için mücadele verenleri tanıdıkça, 

*Hayatın eve sığamadığı tek göz gecekonduların içinde yasaklı günler saatler boyunca kalan, çoğu zaman aç ya da karın tokluğuna çalışanları hatırladıkça, 

depresyona girmeye hakkımın olmadığını düşündüm. Hem de asla.  Depresyona girmeye her defasında utandım. Allah’ın gücüne giderdi.

Hâlâ da çok utanıyorum.

Kapıp koyvermemek için epeydir debeleniyorum. Kendimi dinlememek için yeni işler, yeni uğraşlar ediniyorum. Sevdiklerime sarılıyorum. Sahip olduklarım için şükrediyorum. Ama artık kendimi daha fazla tutamıyorum. Buna gücüm yok. Sıfırı tükettim. Bıraktım. Bir tür serbest düşüşteyim. 

.                          .                            .                          .                        .

.                          .                            .                          .                        .

.                          .                            .                          .                        .

.                          .                            .                          .                        . 

Başta, eski normallerime uzun zamandır mesafe koyma zorunluluğu ve beraberinde daha başka başka şey, bugün beni bu depresyon çukurunun başına getirdi... Tek bir sebebe bağlamak zor. Çok yorgunum. Ama uyumakla geçmeyen bir yorgunluk bu.

Aslında yılın en sevdiğim zamanlarındayız, her yıl mutlaka çok dolu dolu geçirmeye çalıştığım biten yılın son günleri. Yeni yıl alışverişi, hediyeler, yılbaşı menüsü ve sofrası, yeni yıl pasta ve kurabiyeleri, tebrik kartları, yılbaşı temalı resimler, etkinlikler, ışıltılı kıyafetler, belki bir konser ya da eğlence, veya bir ev partisi. Aile ve dostlar. Ya da bir gezi. 2017’ye Prag’da şehir meydanında girmiştik, hâlâ unutamam. Çok güzeldi. O havai fişekler hâlâ gözlerimin önünde. Tabi bir de -20 derece soğuk kolay kolay unutulmuyor. O günler de bir gün imiş. Neyse, ne diyordum? Evdeysem geceye uygun müzikler, şarküteri tabakları, şarap seçenekleri... Geceye uygun filmler. Sonra yeni yılın ilk sabahı kahvaltısı! Ama bırak etkinlik düşünmeyi, alışverişi ya da sokağa çıkmayı, yataktan bile çıkmak istemiyorum! 

Üstüne üstlük bir de yapmam gereken işler, hâlâ yürütmem gereken dersler, uzadıkça uzayan ödev sarmalı ve daha önümüzde nice sınavlar var, resmen sürünüyorum. Uyu, uyan, yemek ye, çalış, uyu döngüsü. 

Siyah tayt ve kot gömleğimi haftalardır kendime önlük yaptığım, saçımı bile taramadan şöyle bir tepeden topladığım, uzun zamandır makyaj yapmadığım bir dönemdeyim. Hatta çoğu gün yüzümü yıkamadığım bile oluyor. Oysa özbakım lüks değil, bir ihtiyaç. Ama ben her şeyi minimum enerji kullanarak yapabiliyorum artık. Buna temizlik ve yemek de dâhil. Ev, çöp ev olmasın,  ShowAnaHaber’e konu olmayayım yeter. O sunucu kadından acayip tırsıyorum. Neydi adı? Ece Üner. Yemeğe gelince; karın doyursun. Hepsi bu. 

Ama bu gidişin dönüşü, oldukça tozlu, sessiz ve karanlık bir ölüm yolu gibi, toplayıp gelmek çok zor. Onu da biliyorum. 

Kara delikleri eminim duymuşsunuzdur. Depresyon da benzer bir şey aslında. Kara deliklerin öyle bir çekim güçleri vardır ki, 2 cm’lik bir kara delik tüm dünyayı içine çekebilir. Bu koskoca dünya o 2 cm’e sığabilir. İşte depresyonun çekim gücü de böyle bir şey. O 2 cm’lik kara deliğin milyarlarla çarpılmışı ve yetmezmiş gibi bir de üstüne sonsuzluğun eklenmesi, abartı değil. Dağ gibi adamları bile içine çekip, un ufak edebilecek güçte bir kâbus. Kapılırsanız, bir daha çıkamazsınız. Benim de çıkamadığım bir zaman olmuştu. 

Depresyonda olduğunu bilmek ve bunu kabul etmek, çıkabilmek için gerekli en büyük adımlardan bir tanesi. O yüzden işler iyice sarpa sarmadan, bu enerjisizlik ve isteksizlik beni daha da esir almadan, bir şeyler yapmalıyım diye düşündüm dün sabah. Depresyonun başını minörken ezeceksin! Benimki minör boyutta şimdilik, çok şükür. 

Aklım kalk, hayata karış, yıkan paklan dedi. Kuyruğu dik tut, pes etme dedi. Uzun zamandır, ilk kez giyinip evden çıktım. Makyaj yapmaya gücüm yine olmadı ama oje sürdüm. Biraz yürüdüm. Hemen yoruldum. Yol boyunca kozalak, sarmaşık dalı, kurumuş yaprak ve çiçek topladım. Ne yapacağımı tam bilmeden. Belki bir yılbaşı çelengi olabilir diye aklımdan geçti, halim olursa başına geçmeye tabi. Yol üzerindeki, çalı çırpı topladığım mezarlığın bekçisi halime acımış olmalı ki, o sıcacık kulübesinden çıkıp, ‘Sen yorulma abla, ben toplayayım’ deme nezâketinde bulundu. Devasa çam ağaçlarının dallarına uzanıp topladığı çeşit çeşit kozalağı bana hediye etti. Dünya hâlâ dönüyorsa, böyle iyi kalpli insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor. 

Dönüşte de bir çiçekçiye uğradım. Yılbaşı çiçeği aldım, koca bir buket. Çiçekçi aslında bu çiçeğin adının kokina olduğunu söyledi. Rumca’da kırmızı demekmiş. Bunca zamandır alırım, yeminle ilk kez duydum. Bir eziklenme olmadı değil tabi. Adam kokina ile ilgili bir de hikâye anlattı üstüne üstlük. Hepten gömdü beni. Gözüne fazla câhil görünmüş olmalıyım. Beni bir güzel kültürledi. Mesleğine resmen aşık bir adamdı. Çok saygı duydum. İşini böyle düzgün yapan insanlar çoğaldıkça dünyanın daha iyi bir yer olacağı umudumu tazeleyen birisi oldu. Artık çiçeklerimi hep burdan almaya karar verdim. 

Her yılbaşında, mutlaka yılbaşı çiçeği -pardon- kokina alırım. Benim uğurum. Bana yeni yılda şans getireceğine inanırım. Hiçbir şey yapamıyorum, bari bunu yapayım bu yıl hiç değilse diye düşündüm. Eve gelip vazoya koyunca biraz neşelendim. Onları görmek bana iyi geldi. 



Sonra kalktım, bunları yaptım. Kokinalı cupcake’ler! Bildiğin kek aslında, bakmayın. Çırptım çırptım, karıştırdım. Biraz süslü sadece. Çok yoruldum ama tadınca iyi hissettirdi. Kalan tek çubuk enerjimi buna harcadığıma değdi mi derseniz; pek değil. Çünkü bu sabah her zamankinden çok daha zor uyandım. Yerimden kalkamadım. Beni yataktan kazımak gerekti. 


Yılın son günleri aşkına...

Madem emek edip topladım, şu otu çöpü de bir şeye dönüştüreyim bari diye bugün de bunun başına geçtim. Bitirince de hoşuma gitti. Beni neşelendirdi. İnşallah uğur getirsin. 

2021 çelengi, kalan son enerji kırıntılarımı da böylece sömürmüş oldu. Şu kadarcık yazıyı yazmak bile gözümde öyle büyüdü ki, anlatamam. Bu gece büyük ihtimâlle geri sayımı bekleyemeden, uykuya yenilmiş olacağım, 2021’i karşılayamadan. Oysa İbo Şov yılbaşı özel programını iyice gözüme kestirmiştim! Bu gece bence ekranda rakibi yok! Orkestra şahâne. Konuklar da canlı şarkı söylüyor. Ne varsa eskilerde var. Yapımcılar da bunu anlamış ki, sandıkta ne varsa bulup çıkarıyor, yeniden önümüze koyuyorlar. 4 saat süren çöp dizilerden, Acun’un net kurgu ve IQ yiyen yarışma formatlarından fenâlık geldi! Ulan İbo, hâlâ her türlü giderin var! Helâl olsun! İlgili yazım için bkz. İmparatorun Dönüşü

Neyse, aynı tadı elbette vermez ama bu da güzel. Yeni keşfim. Severek dinliyorum bu ara. Ne güzel de diyor: ‘Seni tanımadan her şey çok basitti..’ Artık 2020’ye mi ithâf edersiniz yoksa birine mi? Siz seçin. 

Size armağanım olsun. 

Dilek ve temenniler bölümüne gelince...

Sevgili 2021, 

Güzel bir yıl ol lütfen, olur mu? Sana çok yüklenmek de istemiyorum şimdi, çok şey bekleyip seni daha gelmeden yormayı hiç istemem. Nihayetinde bir yılsın. Rakamlardan ibaretsin. Biliyorum, sen de emir kulusun. Sağlık ve mutluluk dolu ol, yeter. Normale döndür bizleri, fazlasında gözüm yok

... ve hoşçakal sevgili 2020. Yoksa seninle vedalaşmayacağımı mı sandın? Senin hiç bir konuda suçun yoktu ki, lütfen kendini kötü hissetme. Herkes için zor bir yıldın, evet. Üzgün, sıkkın, buhran zamanlarımız oldu ama mutlu ve sağlıklı günler de yaşattın bana ve sevdiklerime. Pek çok güzel anım oldu seninle... Pek çok şey öğrendim senden. Bana verdiğin her değerli ‘an’  ve ‘ders’ için çok teşekkür ederim. Güle güle git. 

Hepimize mutlu yıllar! 

Sevgiler...

GÜNCELLEME:

Saat: 22:33 itibarıyla İbo Şov Forever! 









17 Aralık 2020 Perşembe

KIŞ AKŞAMLARI


Geçtiğimiz yaz, burda Güzel Yaz Akşamlarınıza Yaraşır Beyaz ve Roze Şarapları tanıtmıştım. Bu yazı sizlerin öyle yoğun bir ilgisiyle karşılandı ki, ihyâ oldum. Bazen buğulu kadehlerinizin resmini çekip Instagram’da paylaştınız ve #caylakyazilar diye beni hastag’lediniz. Bazen de rozenizi yudumlarken selfie çekip, caylakyazilar@gmail.com adresinden bana gönderdiniz. Hepinize çok ama çok teşekkür ederim. Yazıma olan bu ilginiz sayesinde, yerli şarap markaları ve yabancı markaların distribütörlerinden reklâm yüzü olmam için çeşitli teklifler aldım. Ama maalesef Türkiye’nin içki reklam yönetmeliği nedeniyle çok etkili bir içerik üretemedik. 

Şaka şaka! Bunların hiçbiri tabi ki olmadı. Keşke olsaydı...Ah, nerdeee! 

O yazımı henüz okumadıysanız, linkini  buraya  bırakıyorum. Bu yazıyla birlikte onu da okuyun lütfen, okumayanların okumasına da vesile olursanız sevinirim. Olun ki, ben de bir ekmek yiyeyim bu işten. Öyle kuru kuru yazıp duruyorum! Bunun için yanlış yerdesin mi diyorsunuz? Hakkınız var. Zaman ve enerjimi Tik Tok videosu çekmek için kullansaydım şimdiye kadar çoktan almış yürümüştüm. :)

Aralık ayı ortası itibarıyla artık gündüzler epeyce kısalmış, Starbucks’ın karton bardaklarına kırmızı düşmüş, Eşref Bitlis Bulvarı boyunca ağaçlar ışıklandırılmış durumda. Her ne kadar şehir merkezine henüz kar yağmamış olsa da, Erciyes’de kayak sezonu açıldı. Kış gelmiş demek ki! Önümüz yeni yıl, Sevgililer Günü, sonra benim doğum günüm, kalın paltolar, karlı Cumalar ve karanlık Cumartesi gündüzleri demek. Üstelik Korona yasakları ve muhtemelen uzunca bir süre daha sürecek olan ev hapsi eşliğinde. Bu ışıltılı hayatı ben seçmedim dostlar. Moral bozmak yok! Neden? Çünkü kırmızı şarap var! Bugünlerin en iyi dostu elbette! Karanlık gecelerin yıldızı. Gerçi belli bir yaştan sonra hafıza açıyor, bu bazen hoşuma gitmiyor. Tıpkı bazı fotoğraflar gibi, çok acımasız. O fotoğraflar ki;  bir daha 10 saniye bile yanında duramayacağın kişi/kişilerle birlikte sonsuza kadar aynı karede duruyorsun. Hem de gülümseyerek. Aşklar, ölümler, korkular, ayrılıklar, sevdiğim şarkılar ve onların iyi/kötü anıları, dostlar/düşmanlar... Gidenler, kalanlar. İçkiler içinde daha duygusal bir yeri var bu yüzden şarabın. Bir eğlence içkisi değil. Bazen üzgün, belki yalnız, muhtemelen huzurlu ya da en fazla mutlu olursunuz. Ama asla şarap içince kop kop olamazsınız. 

Bu yazı anlayacağınız üzere, o daha önce bahsi geçen yazımın bir tamamlayıcısı/ devamı niteliğinde. Güzel Kış Gecelerinize Yaraşır Kırmızı Şarapları yazıyorum bugün size. Kimselere yapmam böyle bir güzellik, sevildiğinizi bilin. 

Şimdi, kalite kontrolü bizzat tarafımdan yapılmış ve fazla cep yakmayacak kırmızı şarap önerilerimle sizi baş başa bırakıyorum. 

                                      ****************

Kırmızı şarap deyince ilk akla gelen, yapımında kullanılan üzümlere göre değişen türleridir; cabernet sauvignon, merlot, shiraz ve öküzgözü gibi.

Cabernet sauvignon dünyada en çok yetiştirilen, en popüler şaraplık üzümdür. Orjinali Fransa/ Bordeaux bölgesinde yetişiyor. Ordan çıkıp tüm dünyaya yayılmış. Farklı ülkelerinkini de denedim; İtalya, Fransa, İspanya. Bizim memlekette ise Trakya ve İzmir bölgesinde yetiştiriliyor. Bu arada bir mekânda sipariş edeceksek /kaberne sovinyon/ diye okuyalım, şeklimizi bozmayalım :)


Kavaklıdere Egeo Cabernet Sauvignon (Kırmızı Sek Şarap)

En güzel kırmızı. En sevdiğim. Mekânlarda pahalı, el yakıyor. Haktır, çünkü çok güzel şarap. Ama vazgeçmemek, denemek de lâzım. Alıp, evde tüketebilirsiniz. Daha hesaplıya geliyor. Macro Center ve Migros’larda satılıyor. Yemeğin yanında eşlikçilik yaptırmak bu güzel şaraba bence haksızlık olur. Mümkünse yalnız tüketmeli. Tatlı bir şarap. Yanına en çok yakışan şey ise kesinlikle peynir tabağı. Bir de bu. Hem mutlu, hem üzgün anılarımın resmî içeceğidir kendisi. Tek kişilik dev kadro! İyi ki var! 

                                          ************

Merlot yine Fransa kökenli olsa da, özellikle ABD California/Napa bölgesinde yeriştirileni piyasanın gözbebeği olan üzümdür. /Merlo/ diye okuyun da ortamlarda şekliniz yürüsün :) İçimi çok yumuşak bir şaraptır. THY yolculuklarında hep bundan verilir. Cabernet sauvignondan farklı olarak, bunu oda sıcaklığında tüketmek daha doğru bence. Tadı daha yoğun oluyor.


Doluca Safarin Merlot (Kırmızı Sek Şarap) 

Bu şarap bana Bilkent günlerimden yâdigâr kalmıştır. Aramızda bir çekim var. Hâlâ ilk günkü gibi, hiç eskimedi. Çünkü çok tatlı. İçimi de yumuşak olduğu için, şarap içemeyenler ya da ilk kez şarap içecek olanlar için güzel bir tercih. Kaprissizdir. Yanına yok yemekti, meyveydi, kuruyemişti istemez. Sizi kucaklar. Sanırım yanında en iyi giden de bu. Kasvetli Ankara kışında, kampüste diz boyu kara bata çıka, bazen Ankuva’da ama çokça Uptown’da hatırlattıklarıyla, sadece mideme değil, kalbime de hitâp ediyor. Arkadaşlarımı çok özlüyorum. Gıybet akşamlarımızı. Çıtır zamanlarımı. 


                          *************************

Shiraz/şiraz/ (Syrah /sira/ olarak da geçer) aynı isimli İran şehrinde yetiştirilen çok lezzetli, bir kara üzüm çeşidi. Fransızların ölümüne sahiplenmek istedikleri ama avuçlarını yaladıkları Mezapotamya kökenli bir şarap. Rengi siyaha yakın bir bordo. Dolayısıyla, en karanlık gecelerin müsebbibi. Eeee, Ömer Hayyam gibi bir âlim boşuna çıkmamış o topraklardan...  

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam? 

Ben haramı, helâli karıştırmam. 

Seninle içilen şarap helâldir, 

Sensiz içtiğim su bile haram! 

Kayra Vintage Shiraz (Kırmızı Sek Şarap) 

Trakya bölgesinde yetiştirilen üzümlerle yapılan gözbebeği bir şarap. Bakmayın benim listede 3. sırada olduğuna. En iyi yerli şarap olduğu konu uzmanları tarafından tescillenmiş durumda. Vedat Milör’ün de bahislerinde sık sık onurlandırdığı bir tat. Ben elbette bir şarap eksperi değilim. Aroması, tortusu falan filan diye ballandıramayacağım! Ama kişisel tecrübelerime dayanarak şöyle söyleyebilirim; şarap sevmeyen adama bile şarap banyosu yaptırabilecek kadar güzel bir şarap. Hep romantik gecelere yakıştırılır kendisi. Ama bence yıkıklar gecesinin yıldızıdır. Çünkü rengi siyaha yakın bir kırmızı ve tadı hafiften buruk. Eşlikçisi ise bu. Net. 

                          *************************

Öküzgözü, iri ve kara yapısından ötürü öküz gözüne benzetilen bir üzüm.  En ucuz şaraba bile anlam katabiliyor. Elazığ ve Malatya yöresinde yoğun olarak yetiştirilen bu üzümlerden yapılan şarabın tadı, hangi firmanın ürettiğine göre çok değişiyor. Ehil olmayan ellerde sirke de olabilir ya da güvenilir bir marka ile içinizi de eritebilir. Anadolu’nun incisi bir şaraptır. Yerli üreticileri desteklemek için alıyorum. 

Kavaklıdere Leylâ (Kırmızı Sek Şarap)

Zaman zaman kendisine ihânet etsem de, kürkçü dükkânımdır benim. Evde mutlaka bir şişe bulundururum. Hem alkol oranı nispeten daha düşük olduğu için hem de çok daha ucuz. Fiyat/performans açısından bence rakipsiz bir şarap. Soğukken biraz limon katmak yakışıyor, aklınızda bulunsun. Meze/yemek skalası çok geniş, yanında ne tüketirseniz tüketin, kaldırıyor. Tüketmeseniz de kabulü. Öyle mucizevi! Ama en iyisi bence bu. Adına ayrıca hastayım: Leylâ... Adı gibi, Leylâ ediyor insanı içerken. Öyle ki şiir yazdırıyor yerine göre;

Hayalin karşımda, 
Keşkelerle dolu bu kadehler 
Kalkar tüm anılara.
Kavaklıdere Leylâ! 

Elbette ki bir Ömer Hayyam değilim. İdare edin. Düzyazıda sanırım daha iyiyim:)  

Bu bağlamda, yeni yıl Bucket List’imdeki maddelerden biri de ‘Minyatür boyutta da olsa şarap imâl etmek’. ‘Bağ var, üzüm de var! Geriye ne kaldı ki?’ diye düşünüyordum ama hiç de öyle değilmiş. Epeyce meşakkâtli. Burda anlatıldığı gibi. Bu konuda araştırma yapmaya başlayınca anladım. Neyse ki seri üretim yapacak değilim. Yapanlara kolaylıklar, sabırlar dilerim.  Önümüzdeki yaz inşallah bu hayalimi hayata geçirmek istiyorum. Olursa şarap, olmazsa sirke niyetine kullanırım artık. Bir tür Leylâ kafası. .... bilin bakalım şu an ne içiyorum? :) 

O zaman sağlığa! 










9 Aralık 2020 Çarşamba

GÜZELLİK TERÖRÜ


Bu aralar, ne zaman bir grup kız arkadaşımla bir araya gelsek, kaçtır hep aynı muhabbet dönüyor, estetik girişim ve dokunuşlar. Lafa kaş kontürü ve ipek kirpikle başlayıp, dudak dolgusu, botoks, meme büyütme/küçültme, liposuction ile yağ aldırma ve burun estetiği ile devam edip, son olarak da kalıcı makyaj uygulaması ve protez tırnaktan konuşarak sohbeti sonlandırıyoruz. 

Yaşları 24-50 arasında değişen bu hanımların bazıları bekâr ya da yeni evlenmiş, bazıları ise çoktan evlenmiş ve çocuklu. Çoğunluğu çalışıyor olsa da, aralarında ev hanımları da var. Çoğu bence güzel, bazıları hatta baya baya güzel. Bazıları belki biraz bakımsız. Ama katiyen, hiçbirine çirkin diyemem. Vâllahi fıstık gibiler! 

Bu sohbetlerde, arkadaşlarımı iki gruba ayırmak mümkün; bir grup bu uygulamaları henüz yaptırmamış ama araştırma ve yaptırma aşamasında, diğer grup ise bunların nerdeyse hepsini çoktan yaptırmış, tavsiye ve referans isim verebilecek kadar deneyimli durumda. Bana gelince, en son lazer epilasyonda kalmış, gol üstüne gol yemiş, bu maçı artık mümkün değil, çeviremez bir haldeyim. Resmen karanlık çağlarda kalmış gibi hissediyorum. 

Bu buluşmalar esnasında, bu konuda grubun sanırım en geri kafalısı benim. Anlatacak estetikli hikâyelerim yok. Öyle olunca, ortamın yıldızı olamıyor, sazı elime alıp çalamıyorum. Öylece kenarda, boynumu büküp, oturuyorum. Üstelik muhâlifim. Birazcık eleştirel bakıp, söylenince "Senin ihtiyacın yok da ondan ya da “Senin tuzun kuru tabi” filan diyorlar. Beni susturup, tam gaz fikir alış-verişine devam ediyorlar. 

Hakları var. Güzellik Allah vergisi bir şey, vereceğine veriyor. Benden de esirgememiş şimdi, çok şükür :) Şaka bir yana, ilgisi yok! Eminim bir plâstik cerrâhın yolunu tutsam, bana da epeyce bir masraf çıkarır. Elimi versem, kolumu alamam. Evin yolunu bulamam. Kimse kusursuz değil ki! Bilâkis, bizi biz yapan, diğerlerinden ayıran belki de o kusurlarımız. Sevsek de, sevmesek de. Ben kusurlarımı seviyorum.Tabi bir de o kadar param yok. Beni yokluk yeniyor. O yüzden kusurlarımı daha bir bağrıma basıyorum! 

Bu yüzyılda kadın olmak her zamankinden daha zor. Çünkü dünyada kadın nüfusu hızla artıyor. Öyle ki, bazı ülkelerde bir erkeğe ortalama 3 kadın düşüyor. Patagonya’da ise erkek başına tam 10 kadın! Kadınlar erkekleri tavlamak ya da varolan erkeklerini ellerinde tutmak için büyük bir mücadele içindeler. Yaşları, meslekleri, milliyetleri değişse de, değişmeyen tek şey şu: sevgili/kocalarının onları aldatma potansiyeli. Çünkü pazar çok hareketli. Kadınlar arasındaki rekâbet her geçen gün daha da kızışıyor. Estetik standartlara uymayan kadınlar ya dışlanıyor ya da aldatılıyor. Body shaming had safhâda. Sert ve acımasız bir yarış bu. Yaptırmadığımız her uygulamada, rakiplerimize karşı geri kalıyoruz. 

Dudak dolgusu olmayan kadın neredeyse yok gibi. Bugün 15 yaşındaki bir kız çocuğu bile, karne hediyesi olarak dudak dolgusu yaptırmak istiyor. Instagram câmiası, dolgulu dudaklarını hafifçe aralamış, şuh bakan kadın postlarıyla dolu. Takipçi artıran, önemli bir değişken bu! O yüzden parası olmayıp, dudağını doldurtmayanlar için faceappler bile var. Gariban işi. Olsun! İş görüyor. 

Zayıflamak her kadının hayali. Daha 16 yaşında olup da, mide küçültme ameliyatı olmak için doktorların kapısını aşındıran çok sayıda kız var. 

90 beden göğüs ölçüsü tabi ki her genç kızın rüyası(ydı) ama artık günümüzde bu ölçü yetmiyor çünkü 110 hatta 120’yi zorlatan Kardashian kadınları güzellik ekolü var. 18 yaşına gelen çoğu kız, ya memelerini kafam kadar şişirtme derdinde ya da burnunu hokka gibi kaldırtma. 

Büyük ve kalkık popolar, Instagram’da squat videolarıyla her gün gözümüze sokuluyor. Parası olan ise hiç uğraşmayıp, doğrudan popo dolgusu yaptırıyor. Öyle popu mu olur demeyin. Oluyor işte. Bildiğin tersten hamile gibi, yine Kardashian kadınları sağolsun! 

Popoyu itibarsızlaştırdılar inanın! Eskiden bu kadar ortada değildi, kıymetliydi. Şimdi nereye baksam bir popo görüyorum. Aynı şekilde meme de öyle. Artık bir ederi, cazibesi kalmadı. Her yerdeler.  Her an bir fotoğrafdan ya da videodan önünüze fırlayıveriyorlar. Adrese teslim. Üstelik her zaman ünlülerin değil, sıradan insanların memeleri bunlar. Sosyal medya, popo ve memeden geçilmiyor. Bana öyle geliyor ki, bu uygulamaları her yaptıran, soluğu Instagram pazarında alıyor.  Racon bu. Böylece piyasadaki hisselerinin değeri daha bir yükseliyor! Gelsin yeni takipçiler ve yeni like’lar! Yeni reklâm ve işbirliği teklifleri! Zengin erkekler!

Eskiden tuhaf gelirdi bu durum, günümüzde ise artık çok sıradanlaştı. Her köşe başında bir estetik cerrâhî polikliniği var. Öyle bir toplumsal algı yaratıldı ki, çok güzel insanlar bile kendisiyle yeterince barışık değil. Bununla savaşmak istemeyen ya da kendini yeterince güzel bulmadığı için bununla savaşmaya gücü olmayan hemscinslerimin hepsi de estetik yaptırıyorlar. Estetiksiz hallerinin değersiz olduğu o kadar empoze edilmiş ki, daha 15 yaşında bir kız çocuğu bile ameliyat masasına yatmaktan çekinmiyor. Rambo musun be mübârek? O yaşlarda iğne bile yaptıramazdım ben yahu, kan tutardı. 

Ben hep doğal olsun, 1-0 olsun ama benim olsun kafasındayım. Allah'ın beni böyle yaratırken, elbette bir bildiği vardı. Güzelliğin sonu yok. Güzelin de güzeli var. Ayrıca göreceli. Zamana ve kişiye göre değişiyor. Ve malesef geçici. Soluyor. O yüzden, aklı başında bir insanın çıkış noktası, hiçbir zaman güzellik olamaz. Çok salak değilse tabi! Veya güzelliğiyle para kazanmıyorsa. Ya da bir kâinat güzellik yarışmasında bu iddiayla ülkesini temsil etmiyorsa. 

Bir içim su elbette değilim ama kendimi seviyorum. Aynada kendime baktığımda, mutluyum. Daha uzun boylu olsam çok iyi olabilirdi. Şöyle, fidan gibi. 3-5 kilom daha eksilse, hiç fena olmaz. Dal gibi. Daha gür saçlarım, kaşlarım, ok gibi kirpiklerim, daha dolgun dudaklarım olsa eminim çok daha güzel olurdum. Kim deniz mavisi gözleri olsun istemez ki? Ama benimkiler herkes gibi, kahverengi. Ne yapayım? Ölü balık gözü gibi duran o renkli lenslerden mi takayım şimdi? Bunun sonu yok ki! 

Her kadın gibi, ben de farklı saç renkleri denedim. Hatta her Türk kadını gibi ben de bir dönem sarışın olmak istedim. Ancak çok uzun sürmedi allahtan. Yol yakınken döndüm. Çünkü anladım ki, bana en çok yakışan kendi saç rengimdi. Saçlarım beyazlayıncaya kadar boyatmamaya, kendi rengimin tadını çıkarmaya karar verdim. Şurda, sayılı gün. Genetik olarak da çok şükür şanslıyım, çünkü geç ağarıyorlar. Çok erken yaşlardan itibaren cilt bakımıma çok özen gösterdim, yatırımımı ona yaptım. Yağlı bir cildim olduğu için, yaşıtlarım kaymak gibi gezerken ben epeyce bir sivilcelerle boğuştum ama şimdilerde sefâsını sürüyorum, çünkü geç kırışıyor. 

Ancak bu uygulamalara karşı da değilim, herkes elbette istediğini yaptırmakta özgür. Bazılarımız kendini güzel bulmuyor ya da güzel bulsa bile yeterli görmüyor olabilir. Öyle olunca doğal kalmanın da bir anlamı kalmıyor tabi. Körü körüne doğallık diye diretmenin bir anlamı yok!

Ya da hepimiz saygı ve sevgi gördüğü bir ortamda büyümemiş ya da şu an öyle bir ortamda yaşamıyor olabiliriz. Bu yüzden kendimizle barışık değilizdir. Herkesin bir hikâyesi var hayatta, bazısınınki kırık dökük. Kimseyi yargılamıyorum. Ama bu durum sadece bir grup azınlık için geçerli olmalı, hepimiz için değil. 

Benim takıldığım şey, bu hastalıklı güzellik algısı. Güzellik terörü daha doğrusu! Kocaman memeler ve popolar, arı sokmuş gibi dudaklar, tek tip kaş, kirpik ve burunlar, ifadesiz yüzler, platin sarısı saçlar, ölü balık gözü gibi renkli lensler, takma tırnaklar. Neden biz tüm kadınlar, bu güzellik diye bize dayatılan saçma şeylerin eksikliğini hissediyoruz? Olay yine dönüp dolaşıp, erkeklerin güzellik algısına geliyor. Hangi erkekler bunlar allasen? 

Eğer konsomatris değilseniz, Adnan Oktar'la bir bağınız yoksa, dudağınız da dümdüz bir çizgi şeklinde değilse, dudak dolgusunu çok anlamsız buluyorum. Aklı başında hiçbir erkeğin de bundan hoşlanacağını düşünmüyorum. Ufacık işlemlerde bile simetri problemi oluyor ve kim yaparsa yapsın asla doğal durmuyor. Dudak dolgusu yaptırdığı için, çayı pipetle içen arkadaşlarım var. Bazılarının ki araba tamponu gibi duruyor! Bazılarınınki ise ördek gibi. Bunlar denmiyor tabi. Burdan diyeyim bari, ey hemcinslerim! Allah aşkına bu kötülüğü kendinize yapmayın! 

Botoksa gelince, gençleştirme etkisi var evet, ama insanın yüz karakterini de değiştiriyor, başka birine dönüştürüyor. İfadesiz, derinliği olmayan bir yüzünüz oluyor. Anlaşılmıyor diyenlere çok gülüyorum, 20 yaşındaki insan bile yaptırsa, anlaşılıyor. Bunu erkekler de yaptırıyor üstelik. Televizyonda boy gösteren, metroseksüel sınıfına yakın tipler. Botoks benim tasvip etmediğim bir yapaylaşma aracı. Bence insanların kendi yaşını yaşaması gibisi yok. 

Meme ve burun ameliyatlarına karşı daha olumluyum. Çünkü bunlar maddi-mânevi ciddi müdâhaleler. Bunu yaptıran bir kadın, gerçekten kendinde bir eksiklik hissediyor ki yaptırıyor. Daha iyi hissedecekseniz, neden olmasın? Ama çocuk yaşta değil! Mümkünse, kafam kadar da değil! Bir de burnunu kaldırttığı için ya da memesini büyüttüğü için, beraberinde poposu da kalkan insanlar tanıyorum. Böyle bir yan etkisi var! Küçük dağları onlar yaratmış sanırsın! Aman dikkat!

Kaş kontürü ise herkese tek tip yapıldığı için inanılmaz emanet duruyor. Her surata, her ten rengine, her kaş yapısına uygun olsun ya da olmasın, aynı tip kaş! Gelene geçene! Kızılay dağıtmış gibi! Hiç kişiye özel, farklı bir kaş kontürü görmedim. Zaten çoğu, beyaz tene simsiyah, gür, fırça gibi kaş yapıyorlar! Bir çeşit Kaptan Spak modeli. 


Ya da Angry Birds. 

Henüz kaş kontürü yaptırmamış ben ve birkaç arkadaşım  olarak türümüzün son örnekleri olabiliriz. Bizi saklayın, kaybetmeyin. Neslimiz hızla tükeniyor. 

İpek kirpik ise o kadar yaygın ki, liseli kızlar bile yaptırıyor. Açık söylemek gerekirse, leş ve ucuz duruyor. Gencecik, pırıl pırıl bir kızın buna neden ihtiyacı olsun ki? Yakışanı yaptırsın diyeceğim ama henüz yakışanını görmedim. En iyi yerde yaptıranı bile ucuz popçu gibi. Üstelik, olan kirpikleri de döküyormuş, rezâlet.

Protez tırnaklar ise en itici olduğunu düşündüğüm hede hödö. Ne o öyle, kazma/kürek gibi? 

Resmen kâbus, Freddy’yi bildiniz mi? ‘Elm Sokağı’nda Kâbus’u eminim izlemişsinizdir. Benim tanıdığım erkekler bu tırnakları çekici bulmak şöyle dursun, korkup kaçmazsa ne olayım! Sakata gelme ihtimâlleri çok yüksek çünkü! 

Yaşamıyorum bu hayatı tırnakları bu! O tırnaklarla nasıl kalem tutulur, nasıl giyinip soyunulur, nasıl yemek yapılır? Bunları geçtim, hadi. Kişisel temizliğimizi nasıl yapacağız? Nicki Minaj tuvalette yardım etsin diye adam tutmuş misâl. Biz Nicki Minaj değiliz ki popomuzu silmeye adam tutalım. Belki kısmetse başka hayatta, reenkarnasyon şayet varsa. 

Güzellik her yerde aranan bir konuk, özellikle biz kadınlarda. Ancak, erkeklerin güzellik algısı bunlar olamaz! Biri lütfen aklıma mukayyet olsun! Biz kadınlara bu kadar çok yüklenilmesinden, güzelliğin terörize edilmesinden çok rahatsızım. 

Her kadın, kendine has ve güzeldir. Kaldı ki, güzellik görenin gözündedir. Birini sevince, zaten size hep güzel gelir. Gönül sevdi mi, gerisi bahânedir. Bunu herkes bilir. 

Ne diyordu sahi büyük ozan?

Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa. 







29 Kasım 2020 Pazar

AY TUTULMASI

Dünyadaki her şey işaretlerle dolu. Olan her şey, birbirine ilâhi bir şekilde bağlı ve birlikte nefes alıyor. Özellikle gökyüzünü dinlemek çok önemli. Her ne kadar eski bir ilkçağ inancı olarak görülüp, günümüzde küçümsense de, gökcisimlerinin hareketlerinin kaderimizi tayin ettiğine inananlardanım. Tıpkı bugün gerçekleşecek olan 30 Kasım 2020 Ay tutulması gibi.

Ayın kütle çekim kuvveti, okyanuslarda metrelerce gelgit etkisi yaratabilirken, tüm bunların bu ortamda yaşayan biz insanların biyoenerjik yapısına doğrudan ya da dolaylı etkilerini ne derece gözardı edebiliriz ki? Astroloji, Astronomiye dayanıyor. Ve o ölçüde gerçek. Kâdim medeniyetlerin, epeyce süre sırlarına vâkıf olduğu bir bilim. Bâbiller’ in bizlere bir armağanı. Ancak, ortaçağ süzgecinden geçtikten sonra, günümüzde sadece kırıntıları kaldığı için pek çok açıdan çelişkili ve yetersiz görünmekte. Gelecekte daha bilinçli zihinler tarafından, çok daha yapıcı bir şekilde ele alınabilir belki, ancak günümüzde gazetede boş sayfaları dolduran ve kimilerinin çıkarı için para kazandıran ikiyüzlü bir araçtan öteye gidemiyor maalesef. Bazı geyiklerin sonu gelmiyor. 

-Hadi ya, burcu ne? 

-Boğa. 

- Evet, doğru. Boğalar biraz şey olur. 

—————————————————

- Allah allah! Burcu ne ki? 

-Oğlak. 

- Hımmm, evet, oğlağın eti biraz sert olur. 

—————————————————

-Burcu ne? 

-Yengeç. 

-Yengeçler aslında hiç öyle olmaz ama...

-Yükseleni manda bunun.

-Ha, tamam öyleyse. 

Astrolojide Ay, duygu dünyamızı, bilinçaltımızı, geçmiş ve anılarımızı temsil eder. En çok kırılganlık gösterdiğimiz konulardır bunlar. Ay tutulmaları ayın dolunay hâlinde gerçekleşip, sıradan bir dolunaya göre kat kat güçlü manyetik etkiler oluşturduğu için, beraberinde değişim, dönüşüm ve tamamlamalar getiriyor. Bu esnada elbette ki bazı burçların da ağzına tükürüyorlar. Yılda 3 ya da 4 kez, zıt burçlarda meydana gelen bu tutulmaların etkisini 1-4 ay arası geçen sürede görmek mümkün. 

Tutulmalar aynı zamanda kozmik de. Bir çok ülkenin geçmişinde Ay tutulması ile ilgili ilginç kayıt ve olaylara rastlanır. Yangın, sel, deprem gibi pek çok doğal felâket Ay tutulmalarıyla ilişkilendirilmiştir. Bunu kendine iş edinen komplo teorisyenleri var, üstelik dünyanın hemen hemen her yerinde. 

Ancak her zaman olumsuz anlama da gelmiyor Ay tutulması. Gözümüz korkmasın. Çeşitli ritüelleri gerçekleştirmek için mükemmel bir zamanlama olduğunu düşünüyorum. Tutulmanın bağlayıcı etkisi sayesinde, tutulma zamanı hayatımızdan mikropları atmak, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, yarım kalan işleri tamamlamak için bir fırsattır. Çünkü tutulmada gidenler, asla geri dönmezler. Pek çok kez tanıklık ettim buna. Bitişler ve başlangıçlar. 

2020’nin bu son Ay tutulmasının izlenebileceği ülkeler arasında ne yazık ki Türkiye yok. Bugün, an itibarı da dâhil, güzelim bir dolunay görebiliyoruz gökyüzünde sadece. Çok severim. Ayın her hâlini belki de, ayrı ayrı. Ama dolunay bambaşkadır. Bu güzelliğe şahit olduğunun farkındalığından yoksun bir insanlık var. Onlar arıya da şaşırmazlar. Açan bir çiçeğin rengine de. Bir kedinin güzelliğine de. Kendi ellerine, gözlerine de hayret etmezler. Ama bir robotun hareket etmesi heyecanlandırır onları. Bir Hollywood film efektine hayran hayran bakakalırlar. Ah insanlık, ne hâldesin! 

Peki, bu dolunay ve tutulma benim için ne ifade ediyor? Henüz bilmiyorum. Ama yolumu aydınlatacağına inanmak istiyorum, yönünü epeydir şaşırmış, karanlık ve sarpaşık olan.Vâdesi dolan her şeyin biteceği bir aralık olsun inşallah bu. Yüzleşeyim. Cesaret edemediğim büyük değişimlere güç ve moral kaynağı olsun. 

Tutulmanın etkilerinin önümüzdeki yıla, yani 2021’e sarkacak olması önemli bir detay. 2021’den umutlu olmam için bir sebep daha. 

İyi ki yarın var, umutların en sevdiği gün. 


19 Kasım 2020 Perşembe

NEDEN RESSAM OLAMADIM?


Küçükken, her çocuk gibi, ben de çok severdim resim yapmayı. İlkokulda en sevdiğim ders Resim dersiydi. Büyüyünce, prensesten sonra en çok ressam olmak istiyordum. Can sıkan Matematik’den, ciddi anlamda yoran Fen Bilgisi’nden uzak olmayı kim istemez ki? Deli gibi yazı yazılan Türkçe dersinden bahsetmiyorum bile! 

Böyle koskocaman beyaz sayfayı açıyordun telli resim defterinden, o zaman her şey bambaşka oluyordu. Sayılar yok. Satır satır yazma yok. Muhteşem. İçinden ne geçerse çiziyorsun. Boyuyorsun. Rengârenk. 

Mâlum, bizim kuşakta resim dersini sınıf öğretmeni verirdi ilkokulda. Branşa özel, resim eğitimi almış bir kişi değildi. O yüzden sanatsal dehâsı yüksek çocukların fark edilmesi de ilkokulda pek mümkün olmuyordu. Yerli Malı Haftası, Kızılay Haftası, Yeşilay Haftası çerçevesinde ha bire boyuyor da boyuyordunuz. 

İdeal bir dünyada, ilkokul düzeyinde Müzik dersiyle birlikte Resim dersinin diğer tüm derslerden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü her çocukta az ya da çok bulunan yaratıcılığın büyüme çağında katledilmeden kalmasını, hatta gelişmesini sağlayan dersler bunlar. 

Küçük yaşlarda sanatı ve sistematik düşünceyi doğru düzgün tanıtan dersler almış çocuklar, ilerde hangi mesleği yaparsa yapsın, alanlarında fark yaratıyorlar. Seçilmiş yetişkinler oluyorlar. Ama bizde işler at yarışı mantığıyla yürüdüğü için, her çocuk akademik olarak başarılı olmak zorunda ve bu tabloda Resim ve Müzik dersleri hak ettikleri değeri bulamıyor. 

Sanki tam da bizim gibileri kastederek demiş A. Einstein

Aslında herkes dâhidir ama siz kalkıp bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir. 

Ortaokul ve lisede üç tane resim öğretmenim oldu. Üçü de aynıydı. Suratsız ve gudubet. Üstelik nasıl resim yapılacağını asla öğretmiyorlardı. Tek bildikleri ‘gelecek derse suluboya getirin’ ya da işte ‘gelecek hafta guaj boya getirin’ demekti. Sonra ya ‘serbest çalışın’ derlerdi ya da rastgele bir konu verirler, ‘şunu çiz’ deyip kenara çekilirlerdi. Çizeyim ama nasıl? Bir keresinde bir resim yapmıştım, öğretmenim “bu insanlar havada uçuyor mu böyle?” diye ergen sınıfında beni rezil etmişti. Sanki resimde derinlik nasıl verilir öğretti de, ben beceremedim sanırsın. Sadece eleştirmeye yaradılar. Salla başını al maaşını. 

Sulu boya nasıl kullanılır? Pastel boya tekniği nasıldır? Yağlı boya yapmanın püf noktaları nelerdir? Anlatmazlardı. Bu bir Matematik öğretmeninin sınıfa gelip “ 20 toplama 20 de çıkarma işlemi yapın” deyip geçip oturmasına benziyordu. Matematikte öğretilecek çok şey varken, Resim dersinde yok muydu? 

Hacim, yükseklik, perspektif, gölgelendirme, ışık, renk teorisi.. öğretecek o kadar çok şey vardı ki. Ne bileyim,  Picasso’yu anlat, İbrahim Çallı’yı anlat. Resim akımlarını anlat. Al çocukları bir sergiye götür. Basit yollu da olsa bir sergi yap. Resim sanatına ilgi uyandır, sevdir. Ben mi söyleyeyim bunu? Resim yetenek işi, elbette her çocuk ressam olamaz. Ama öğretilirse belli bir düzeyde resim çizebilir, tekniği öğretilirse güzel boyayabilir. Bu işten keyif alıp, hobi edinebilir. İleride kendini güzel ifade edebilen, mutlu, yaratıcı ve sanata gönül vermiş bir yetişkin olabilir. 

Ha, müfredâtta bunlar yoktu, öyle mi? Ama sanatçı olmak için yola çıkıp, bordrolu olmanın bedelini öğrenciye ödetmeye hakları da yoktu. Takip edilmesi gereken bir müfredât vardı elbette, ama öğretmenin inisiyatifi, yaratıcılığı nerde kalmıştı? Çoğu okulda hâlâ branş resim öğretmeni olmamasından dolayı, ders boş geçmesin diye başka branşın öğretmenlerinin yaptığı resim derslerinden ne farkı kalıyordu bunun? 

Sadede geliyorum. Sonunda ne prenses olabildim ne de ressam. Profesyonel olarak beni teşvik eden de olmadığı için, belki yeteneğim vardıysa bile köreldi. Amatör bir resim sever olarak kaldım, resim sever bir İngilizceci.

Pandemi nedeniyle evde çok vakit geçirmeye başlayınca, Instagram’da suluboya tekniği ile resim çalışmaları yapan birkaç hesabı takip ettim ve yıllar sonra yeniden resim yapmaya başladım. Çocukluğuma geri döndüm. Çok mutlu oldum. Anladım ki suluboya yaparken boyadan çok alacaksın, sudan ise çok az. Halbuki okulda tam tersini yapardık ve öğretmen bu konuda tek bir kelime dâhi etmez, yönlendirmezdi. Ortaya da bulaş bulaş, şekilsiz, iğrenç resimler çıkardı. Birkaç ayda, tüm öğretim hayatım boyunca öğrenemediğim kadar şey öğrendim bu hesaplardan, meselâ gelincik çizip sulu boya ile renklendirmeyi. 

Acaba bu ülkeden neden hiç ressam çıkmıyor diye düşünüyor muyuz? Sanata değer verilmeyen bir memlekette, nasıl çıksın ki? Topluma sanatın değeri hiç bir şekilde öğretilmiyor. Bir uygarlığı ileri taşıyacak iki şey bilim ve sanattır. İkisinden de bihaber yaşayıp gider olmuşuz. Hayal gücümüz yok. Standardın ötesine geçemiyoruz, standardı da başkaları belirliyor üstelik. Buna sebep Resim öğretmenleri mi? Bir ölçüde, evet. Gerçi ülkeyi yönetenlerin ve milli eğitimin vizyonunu düşününce, çok bir şey de diyemiyorum. 

Olan benim resim kariyerime oldu. 


16 Kasım 2020 Pazartesi

ZEYTİN AĞACI




Zeytin, kendine en çok anlam yüklenen ağaçlardan biri. Tüm kutsal kitaplarda ve mitolojide yaradılışın var ettiği ilk ve en yüce ağaç olduğuna inanılıyor. 

Öyle ki, tohumu cennet bahçesinden alınan ve Adem babanın mezarında filizlenen üç ağaçtan biriymiş.

Nuh Tufanı’ndan sonra yeryüzünde beliren ilk ağacın zeytin olduğu yüzyıllardır anlatılagelir. Nuh peygamberin gemisinden uçurduğu beyaz güvercin, ağzında zeytin dalıyla dönünce suların çekildiği ve tufanın bittiği anlaşıldığı rivayet edilir. Barışın sembolü olmasının nedeni de budur. 

Musevilikte, zeytin ağacı yine aynı şekilde kutsaldır. Tevrat’ta refâhın ve bolluğun simgesidir. Davud peygamber, Abşalom’dan kaçarken, Kudüs’ün doğusundaki Zeytinlik Dağı’na tırmanmış ve orada saklanmıştı.

Hristiyân inancında, zeytin tanelerinden elde edilen yağ kutsal kabul edilmiş, bu yağ ile kutsanmak en önemli yükseliş olarak görülmüştü. İsâ peygamberin son nefesini verdiği yer bir zeytin bahçesiydi. Çarmıha gerildiği haç da zeytin ağacından yapılmıştı. 

İslâmiyette, zeytin üstüne yemin edilen kutsal bir ağaçtı. Kurân-ı Kerim’de ‘nur üzerine nur’ olarak müjdelenmişti ve peygamberimizin ‘Elinizde dalı olsa, öleceğinizi dâhi bilseniz, toprağa dikin’ dediği ağacın zeytin olduğu rivâyet edilir. Zeytin ile iftâr yapmak çok eski bir gelenektir. 

Antik Mısır’da firavun Tutankamon’un başındaki zeytin yapraklı taç, sağlık ve bilgelik demekti. Benzer şekilde yine ünlü firavun Ramses, tüm bulmacaların vazgeçilmezi, soldan sağa iki harf olan Güneş tanrısı Ra’ya, zeytin dalları sunmuştu.

Antik Yunan’da ise zeytinin anlamı ölümsüzlük ve yeniden doğuştu. Ayrıca sağlık ve güzellik iksiriydi. İnanışa göre, Atina’nın koruyucu tanrıçası Athena, yeryüzündeki ilk zeytin ağacını topraktan yeşertmiş ve onu halkına armağan etmişti. Pers işgâlinde Akropolis yandığında, ilk önce o ağacın ateşe verildiği anlatılır. Ama zeytin öyle dirençli bir ağaçtır ki, ölse bile köklerinden yeniden sürgün verebilir. O yüzden ona ölümsüz ağaç denir. Hâlen Atina Akropolü’nde o ilk zeytin ağacının filizlerinin olduğuna, hatta zeytinin tüm Yunanistan’a o ağacın sürgünleriyle yayıldığına inanılır. Sezar’ın zeytin dalından bir taç taktığı bilinir. Benzer şekilde, olimpiyat oyunlarında kazanan kişiye de zeytin dalından yapılmış bir taç takılması kâdim bir Yunan geleneğidir. 

Zeytin, Atina şehrinin hâlâ simgesi. Tüm şehir zeytin ağaçlarıyla bezeli; parklar, bahçeler, kaldırımlar, dükkân önleri, tüm balkon ve pencereler. 

Geçen yıl tam da bu zamanlar oradaydım. Kasım’dı ama bildiğin Ağustos sıcağı. Uzun bir günün sonunda, Monastraki Meydanı’na çıkan genişçe bir caddenin üzerindeki o zeytin ağaçlarından birinin gölgesine sığınmış, eğri büğrü gövdesine sırtımı vermiş, dinleniyordum. Yorulmuş ve acıkmıştım. Telefonum o gün 32 bin adım attığımı gösteriyordu. Bir uçtan bir uca tüm şehri yürümüştüm. Her sokak başını tutan bir sokak müzisyeni vardı. Yakınlarda bir yerden de arp sesi geliyordu. 

Önceki gün, travel buddyim Y. ile birlikte Akropolis’den aşağı inerken, Plaka civarında, bir sokak satıcısından birer tane bu zeytin dalı taçlardan alıp takmıştık hemen başımıza. Biz turistiz diye bas bas bağırıyorduk! 

Kafam da kalbim de karışıktı. Ton balıklı sandiviçimi dişlerken, kendimi en az bu sırtımı dayadığım zeytin ağacı kadar yaşlı hissettim.-ki gövdesinin boyuna bakacak olsan en az 1000 yaşındaydı- Gölgesinde benim gibi kimbilir daha kimler oturmuş, nice sevgili sarılmıştı birbirine. Ne çok şölen ve dört mevsim görmüştü, nice doğum ve ölüm. Ama sanki o değil de, bendim onca şeyi gören ve yaşayan. Öyle bir ağırlık vardı üstümde. 

‘Eee hatun, 32 bin adım atmışsın! Ne bekliyordun ki?’ diyeceksiniz. Ama ondan değildi bu ağırlık. Bir 32 bin adım daha atabilecek kondisyona sahiptim. Daha genç sayılırdım. Saçımda henüz tek bir ak bile yoktu. Anti-aging kremlerimi düzenli kullanıyordum, yediklerime dikkat ediyordum, kolajen takviyesi almama daha çok zaman, beni bekleyen daha pek çok rota vardı. Gerçekleştirmek içinse pek çok hayal. 

Ağaçlar da insanlar gibidir derler ya, konuşur ve hisseder. Öyle bir bağ oldu aramızda. Önce konuşmadım çünkü salakça geldi, ama hissetti. Sonra konuştum, ağaç da sanki beni dinledi. Kısmet olursa, bir gün zeytin ağaçlarının gâni olduğu bir Ege toprağının hanım ağası olmak istiyordum, ayağımda körüklü çizme, başımda zeytin yeşili yazma. Dallarına renkli ampüller takıp, akşam olurken ışıklar altında harmandalı zeybeği oynamak hayalimdi. Anlattım. Ama emekliliğime daha çok vardı. Peki öyleyse neden böyle yaşlı hissediyordum? Sadece ben biliyordum sebebini. 

Orda, bu zeytin dalını ağacın gövdesinden koparıp, sırt çantamdaki Atina şehir haritasının arasına koydum. Kurutup saklamak için, hatıra olarak. Eve dönünce, kendime bir zeytin fidanı almaya karar verdim o gün, saksı bitkisi olarak, mutfakta büyütmek için. Söz verdim. 

Yakınında yaşayınca, her sabah onu görüp, güne onunla başlayınca ömrüme ömür katacaktı. Kolay kolay yaşlanmayacaktım. Biyolojik saatim böylece duracak, göz kenarlarımda kazayağı çizgilerim çıkmayacak, her Şubat’ta pastamın üzerinde gitgide kalabalıklaşan mumların sayısı böylelikle sabitlenecekti. Mâdem yakın zamanda bir Ege kasabasında yaşama ihtimâlim yoktu, bir yerden başlamalıydım. Geç bile kalmıştım. 

Geçen yıl bu zamanlar, Atina’da, o zeytin  ağacının altında, kafam da ve kalbim de karışık, işte bunları düşünmüştüm bu zeytin dalına bakarken. Orda oturduğum süre boyunca Spotify’ımda bu çalmıştı. Belki 10 kez çaldı. Aralıksız. Şarkının sözlerinde de zeytin ağacı geçiyordu çünkü.

Güzel bir öğlen sonrasıydı, 

Zeytin ağaçları arasında. 

Hiç kimse seni nasıl sevdiğimi görmedi, 

Nasıl sevdiğimi seni. 

Şimdi, bu zeytin ağaçları uyuyor. 

Ama ben uyuyamıyorum. 

Canımı nasıl yaktın anlayamıyorum, 

Bana verdiğin bunca sevgiden sonra.

Çok içli. Kibâriye’nin İspanyol muâdili. Dün sabah Spotify’ımda 2019 Favori Şarkıların klasörünü açmış bulunup, birden aynı şarkı çalmaya başlayınca, beni alıp o güne götürmesin mi? Şarkılar resmen zaman makinası! Bizi bir anıya alıp götürmekte üstlerine yok! O an, Atina’da verip de unuttuğum zeytin ağacı sözümü yeniden hatırladım. Tam bir yıl geçmişti. Kafam ve kalbim hâlâ karışık. 

Bu sabah yaptığım ilk iş, geçen gün Migros’ta gördüğüm o zeytin fidanını almak ve saksıda evcilleştirmek oldu. 

Tanıştırayım sizinle de, işte zeytin ağacım! 

Ne kadar da güzel, değil mi? 

Nihayet! Tam bir yıl sonra, gecikmeli de olsa. Hem Atina’da gölgesinde dinlendiğim o zeytin ağacına hem de kendime verdiğim sözü tutmak, hem de hiç ölmeyecekmiş gibi bu fidanla hayata bağlanmak için, alıp diktim bugün onu. 

Zeytin dalı tacımı da arayıp buldum attığım bir çekmecenin dibinden, taktım saçıma seraya giderken. Tam teçhizat. Ya hep, ya hiççiyim! 

Ölümden korktuğum halde, sanki ölüme inanmıyormuş gibi. Yaşamak daha ağır bassın diye. 

Sanırım orta yaş bunalımı böyle bir şey. 






15 Kasım 2020 Pazar

İMPARATORUN DÖNÜŞÜ


Vann, tuuu, tiriii, forroooo! 

İbo Şov yıllar sonra ekranlara geri dönmüş. Salgın, deprem derken bir de bu çıktı. Gerçekten enteresan bir yılsın 2020.

Şaka bir yana, İbrahim Talıses’in bizim kuşakta yeri farklıdır. Hiç dinlemiyorum diyen bile en az on şarkısını ezbere bilir. Hatırlattığı duygularla bizi çok eskilere, çocukluğumuza götürür. Kim ne derse desin, Türkiye’nin en büyük seslerinden biri olarak adını tarihe yazdırmıştır.

Mafyatik, kadın düşmanı, kaba saba ve her devrin adamı saçma sapan davranışları bir tarafa, adamın sesi ve ortaya koyduğu şarkılar çok kalitelidir. İnsanı ikileme sokan da zaten budur. Televizyon programı olan İbo Şov’da öyle, aynı şekilde hem basitlikler içerirken, hem de yıllar içinde pek çok değerli sanatçıyı ağırladığı ve 90’ların eski güzel günlerini bize hatırlattığı için özlenmiştir. İbo’nun tarzı ile pek barışık olmasam da, bende hâtırı her dâim vardır. Sesine ve sanatına saygım, hayranlığım sonsuzdur. 

Herkes Instagram’da programın bir bölümünü paylaştığı için İbo Şov’u izlememe gerek kalmadı. Nerdeyse tüm programı izlemiş kadar oldum. İlk izlenimim mihrâbın hâlâ yerinde durduğu yönünde oldu. Ne varsa eskilerde var. Sadece canlı olarak ‘Haydi Söyle’yi seslendirdiği için bile benim için amacına ulaşmış olan programdır. Diğer yaşça daha genç ve sağlıklı iki konuk playback yaparken,  68 yaşında, kafasına mermi yemiş, diyafram da dâhil vücudunun yarısı felçli olan İbo canlı şarkı söylüyor! Olaya bakın hele. İmparatorun dönüşü değil de ne bu, sorarım size. Biz o yaşa geldiğimizde derdimizi anlatabilecek miyiz bakalım? Detonesi bile bugün benim diyen şarkıcıyı sallar atar! 

Programa gelince, format 20 yıl öncesiyle birebir aynı. Konuklar var, espri var, eğlence var. Tek farkla, dansöz yok! Bence İbo ilk bölümün altından kalkmış. Helâl olsun. Şu nağmesiz, eski İbo parçalarının neredeyse hiçbirinin olmadığı ilk bölümüyle bile izlenme rekorları kırmış, gündeme oturmuş durumda. Daha kaç bölüm gider, izlenme oranları nasıl devam eder tam bilemiyorum, ama İbo’nun gücü yettiğince çokça sevilip izlenecektir. Hülya, Bülent, Tarkan, Ajda, Sezen, Kibâriye, Ebru ile filan bir 8-10 bölüm daha gideri var. İmparatora son bir jübile olarak çok da güzel bir hatıra. 

Zamanının en iyi orkestralarıyla çalışıp, unutulmaz konserler veren, ölümsüz şarkıları ve o eşsiz sesiyle milyonlarca insanı arkasından sürükleyen, albümleri yok satan, peşinde magazin ordularıyla gezen, tv şovunda keklik gibi sekerek halay çeken o imparatorun şimdi yerinden hiç kalkmayıp, öylece köşede oturuyor olması çokça hüzünlendirdi beni. Dağ gibi adam ne hâle gelmiş dedim. Keşke karanlık işlere hiç bulaşmasa, bizi böyle bir ses ve yorumdan yıllarca mahrum bırakmasaydı. Ama hâlen yaşadığına, hayata tutunduğuna, şarkı söyleyebiliyor olmasına sevindim de. Ne olursa olsun, sesindeki o tını bana hâlâ o eski imparatoru hatırlatıyor. 

Size İbo’nun en sevdiğim klâsiklerinden biriyle veda ediyorum. İşte burda

Ve hoşgeldin diyorum ona. İyi ki geldin İbo! Allah seni var etsin! 











11 Kasım 2020 Çarşamba

ŞEMS


Günümüzde mağdur bir kişilik aslında o. Sosyal medya paylaşımlarında, özellikle de Facebook’ta, saçma sapan, ağlak, çoğu zaman kendine ait olmayan sözlerin altına adı yazılan mağdur mu mağdur bir kişi hem de. Onu gerçekten tanımasanız, hayatını aforizma üretmekle boş beleş geçirmiş bir müptezel sanırsınız. 

Buna bir ölçüde sebep Elif Şafak’ın Aşk romanında kurguladığı karakterdir diyebiliriz. Şems-i Tebrizi’yi öyle sulandırmış, öyle özünden uzaklaştırmıştır ki, popüler kültürün bir oyuncağı yapmıştır. Rahmetliyi mezarında adeta ters döndürmüştür! Roman boşuna yok satmadı yani sizin anlayacağınız. Hoş, reklamın iyisi kötüsü olmaz kafasından yola çıkarsak, Şems’in geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan yine Elif Şafak’tır. O nedenle bir teşekkürü de hak etmektedir şimdi, doğru ya doğru. 

Benim Şems’i tanımam ise Aşk romanı piyasaya çıkmadan çok daha önce, 2006 senesinde, Konya’ya ilk gidişimle olmuştur. Bir insan Konya’ya niye gider? Köpüklü havuz partisi için değil elbette, öyle değil mi? Mevlâna ve Şems için, türbe ziyaretine gider. Yani bir şehir olarak Konya’nın turist çeken yanı budur. Başka da bir numarası yoktur. 

Gitmeden önce Mevlâna hakkında az çok bir fikrim olsa da, Şems benim için kocaman bir soru işaretiydi. Hatta adını ilk oraya gidince duydum. 

Mevlâna’nın o şatafatlı ve insan seli türbesinden az biraz uzaktaydı Şems’in türbesi. Sade ve yapayalnız. Öyle bakımsız, öyle gösterişsiz bir türbeydi ki, daha mânevi, daha samimi geldi bana. İşte böylece, daha ilk gördüğüm andan itibaren sevmeye başladım ben onu. Benim için genelde öyledir. İlk görüşte seversem, severim. Sonrası pek olmaz. Peki, birini tanımadan sevmek mümkün mü? Mümkün. Bilen bilir. İlk görüşte aşk dedikleri. 

Ortada bir Allah’ın kulu yoktu. Öyle ki, yanlış yere mi geldim acaba diye düşündüm. Henüz içeri girmemiş, muşamba gerili kapısında durmuş, türbeyi incelerken bir adam çıktı içerden. Orta yaşlı, kır saçlı, esmerden bir adam. Tanımam etmem. Birden karşı karşıya kaldık ve benimle konuşmaya başladı. Haydaaa! Dedim ki çattık. Hırlı mı hırsız mı, deli mi manyak mı? Şunun gibi birşeyle başladı söze:

“Ne yazık değil mi? Ayrı düşmüşler.”

Ben hiçbir şey diyemedim tabi. Tek bir kelime dâhi. Korktum. Bir adım geri çekildim. Zaten konuya da hâkim değilim. Niye oraya gittiğimi bile bilmiyorum. Dediler ki bir türbe daha var, onu da gör. Şu tarafta. Öylece gittim. 

Sonra, adam konuştu konuştu. Bir tuhaf. Geçmiş zaman, her dediği aklımda değil. Ama en son şunun gibi bir şey söyledi: 

“Sanıyorsun mu ki ayrı düştüler? Burası ateş, orası kor. Onlar ayrı değil hiçbir zaman.”

Ben tam ağzımda bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki, beni dinlemeden, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yürüdü gitti. Bakakaldım peşinden. Ürperdim. Tövbe bismillâââh!  Neydi şimdi laaaan bu böyle?! Tekinsiz herif! Üç felâk, üç de nâs okudum arkasından. 

Bir an türbeye girip girmemek arasında kaldım. Huylandım iyice. Sonra birkaç kadın daha gelince o ara, cesaret buldum, onlarla birlikte ben de girdim içeri. O gün orda okuduğum üç kulhü bir elhâm Şems’in ruhuna gitti mi bilmem, ama o gün onu tanımayı aklıma koydum. Girdi kalbime nasıl olduğunu anlayamadan. Aşk da böyle apansız olmaz mı hep zaten? Beklemezken gelir. Bir çukur gibi, birden belirir önünde, düşüverirsin içine. Onun için aşka düşmek deniyor ya işte, ya da fall in love

Mevlâna ve Şems’in karşılaşmaları da böyle olmuş. Apansız. İkisi de düşüvermiş o aşk çukurunun en karanlık dibine. Aşk yarıştırılmaz elbette, ama Mevlâna bu çukurun bir kaç derece daha derinindeymiş sanki. Şems kaçmış, Mevlâna kovalamış. Bir taraf hep daha çok sever ya hani. Asla eşit olmaz çünkü. Aşkın fıtratında var bu. Daha az seven taraf ilişkiyi yönetir, çünkü çok seven taraf diğerinden gelecek her şeye râzıdır. 

Konya’ya Mevlâna için gitmiş, ama Şems ile dönmüştüm. Kime niye, kime kısmet dedikleri. Mevlâna çok tanıdık, çok bilindikti. Sevgi ve ilgiye çoktan doymuş, adına cilt cilt kitaplar yazılmış ulu bir zât. Tescilli. Türbesi insan istifi! Ama Şems öyle mi? Onun hakkında bildiklerim çok azdı, o yüzden de kıymete binmişti. Zaten merâk değil miydi aşkın en büyük körükleyicisi? Ondan sebep, Şems arş arş ötesindeydi artık Mevlâna’nın, en azından benim için! 

İşte böylelikle merâk sardım Şems’e. O türbenin kapısında karşılaştığım meczup kılıklı adamın da bunda etkisi çok. İyi saatte olsunlardan mıydı acep diye hâlâ düşünürüm. Şimdi yazarken bile yine ürperdim bak. Tövbe estağfirullah! 

Kendine ait günümüze kadar gelen bir eseri malesef olmadığı için, Şems’i tanımak ancak Mevlâna’nın Mesnevi’sini alıp okumakla mümkündü. Günümüz tabiriyle bir tür stalk desem yanlış olmaz sanırım. Şems nerde, ne yapmış, ne demiş, kiminle ne yiyip içmiş, ne giymiş? Mesnevi’yi resmen Şems’i ‘stalk’lamak için okudum. Yalan yok. Mevlâna nolur kusuruma bakmasın. 

Mesnevi ki, cilt cilt! Sonra baktım ki işin içinden çıkamıyorum, Sufiler ile ilgili birkaç kitap daha almak zorunda kaldım. Mesnevi’de anlatılan hikâyeleri anlamak için, sözlük niyetine! Türkçe olmasına rağmen, okuduğumdan hiçbir şey anlamıyordum çünkü!

Sonra okudukça öğrendim ki; 

O Şems ki, en büyük aşkla sevilmiş kişiymiş meğer. Her kula nasip olmaz böyle sevilmek! Mevlâna’nın hem hocası hem öğrencisi. Hem de onu, hem var hem de darmadağın eden aşkı.

O Mevlâna ki, zamanının en saygın, en değerli âlimi, Konya halkının sevgilisi, baş müderrismiş. Tâ ki Şems ile tanışıp, derbeder oluncaya kadar. Ham iken, Şems’in aşk ateşiyle yanıp, pişene kadar. Sonrasında hiçliğe meyleden Mevlâna, önce hocalığı bırakmış. Sonra da elini ayağını tüm diğer dünya işlerinden çekmiş. Şiir ve semâya koyulmuş. 

Kalp denen et parçası üzerine Allah’ın nuru vurursa bunun adına gönül denirmiş. Gönül aydınlanmış kalpmiş. Mevlâna’nın kalbini aydınlatan kişi de meğer Şems olmuş, tıpkı adının anlamı olan Güneş gibi hem de. 

Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems’miş meğer! Aşk nelere kadirmiş! 

Şems’e ait olduğu iddia edilen, Mevlâna ile aralarında geçen konuşmalardan derlenmiş Malâkât isminde bir esere de ulaştım sonra. Orada geçen benzer konular Mesnevi’de de tekrarlanıyordu. Şöyle bir bölüm vardı zamanında beni çok etkileyen; 

Sen ol da, ister yâr ol, ister yara. Lütfun da başım üstüne, kâhrın da. 

Yani diyor ki; “Hani tek canın sağolsun da, benimle olmasan da olur. Râzıyım” Eskiler derler ya hani, “Arada bir yel essin, kokunu getirsin, yeter.”

Ya da daha basit anlamda, bir İbrahim Tatlıses klâsiği; “Bir tek dileğim var, mutlu ol yeter.” 

Aşk işte böyle bir sefillikti işte. Tam olarak. 

Hayatım boyunca aşk için söylenen her söze kandım. Şems benim için çok değerli oldu ondan sebep. Hatta Elif Şafak’ın Aşk romanını daha piyasaya çıktığı ilk gün almış ve bir günde okumuş bitirmiş bir insanım. Bazen yine arada açar okurum. Ama oradaki Şems elbette ki kurgu. Benim öncesinde stalkladığım Şems’den çok farklı.Yazarın hayalinde yarattığı ve kitabın ticari  boyutuyla ilgili olarak, oldukça havalı bir karakter! Ha bire tribünlere oynuyor! Racon kesiyor! Bildiğin artizzz! 

Aşkın 40 Kuralı adı altında,  Şems’in öğretileri üzerinden iletlerleyen bir roman Aşk. Elbette ki böyle bir şey hâkikâtte yok. Tasavvuf felsefesi ve Mesnevi’de anlatılan Şems’den harmanlayarak, Elif Şafak’ın bizzat kurguladığı aforizmalar aslında. Sosyal medyada dolaşanlar da zaten ekseriyetle bunlar. Sezar’ın hakkı Sezar’a! Bazıları gerçekten çok başarılı. Aslına yakın. 

Meselâ bu. 


Aşk işte böyle bir karın ağrısıydı. Tam olarak. 

Akıla zarar. Uzak ya da imkânsız dinlemeyen. Başına buyruk. Yoktan anlamayan. Git demekle gitmeyen. Bit demekle bitmeyen. Cana düşman bir karın ağrısıydı. 

Ya da bu. 

Bu söylemin aslı Malâkât’da geçen hâliyle ise şöyle; 

Ey gönül, şimdi sorarım sana! Hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi yoksa anlatılmayıp yürek deşen mi? 

Aşk işte böyle bir eziyetti. Tam olarak. 

Söylesen bir türlü, söylemesen başka bir türlü eziyet. 

Bir gün Şems ortadan kaybolmuş. Sır olmuş. Konya halkının ve Mevlâna’nın ailesinin onu şehirden kovduğu rivâyet edilir. Deli gibi kıskanıyorlarmış çünkü onu. Mevlâna çok değişmiş onun varlığında. Elini eteğini hepten çektiği dünyaya, müritlerine, ailesine, kısaca aralarına yeniden dönsün istemişler. Mevlâna ise Şems’in gidişiyle büsbütün perişan olmuş. Toparlayamamış bir daha kendini. Hepten sessizleşmiş, içine kapanmış. Baktılar ki olmuyor -Mevlâna gidici, bir gözü toprağa bakıyor- , pişman olup, gidip geri getirmişler Şems’i. Mevlâna da bağışlamış onları. 

Şems dönünce demiş ki “Ölmüş baban seni görüp mezarına geri dönecek, gel babanı gör deseler bile Halep’ten bir adım dışarı çıkmazdım. Ama Mevlâna için geldim.” 

O da boş değil sizin anlayacağınız Mevlâna’ya karşı. Mevlâna safına ama, Şems çok daha taktiksel yaklaşıyor. Bir uzak, bir yakın. Bir var, bir yok. Çok fenâ. 

Malâkât eserindeŞems şu sözlerle anlatır bu kavuşma anını; 

Geldim sevgili, 

Sen dışında, ne varsa kıyısız denizlere dökerek geldim.

Dilimde dua ile, kefenimi vuslatına çeyiz bilerek geldim. 

Aşkın damağında ateşleri ıslatmak için, 

Neyim varsa, yok bilerek geldim. 

Bu ayrılık elbette daha çok ateşlendirmiş aralarındaki aşkı ve muhabbeti. Gönül bağları daha bir güçlenmiş. Ama hiç iyi olmamış bu. Neden mi? Daha bir diş bilemeye başlamış düşmanları Şems’e çünkü. Hepten ters gitmeye başlamışlar birbirlerine. Öyle kinlenmişler ki sonunda, Şems’i öldürüp bir kuyuya attıkları rivâyet edilir. Hatta içlerinde Mevlâna’nın oğlunun da olduğu söylenir. Sonrasında ise Mevlâna’nın bu ölüme asla inanmak istemeyip, hayatı boyunca Şems’i aradığı...

... ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı?

... ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak? 

Aşkın olduğu her yerde, er ya da geç, ayrılık var. Yazılı olmayan bir kural bu. 

Türk- İran ortak yapımı bir film projesi de gündemde bu büyük aşkı anlatmaya hevesli, Mest-i Aşk. 2020’de gösterime girmesi bekleniyordu ama hâlâ bir ses yok. İran asıllı yönetmen Hassan Fat’hi’nin yönetmenliğini  üstlendiği filmde, Mevlâna’yı Parsa Pirauzfar, Şems’i de Shahab Hosseini canlandırıyor. Shahab Hosseini 2016 Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti. Nefesimi tutmuş, bekliyorum elbette Şems performansını. Gişeye oynayan bir film olmaması dileğiyle. 

Bazen alelâde bir rastlantıymış gibi görünen bazı karşılaşmalar, beklenmeyen dönüşümlere yol açar. 

Aşk gibi.

Serbestçe gelir, sen onu aramazken. Bir bıçak gibi keser atar, önce ve sonra diye ikiye ayrılırsın. Şak diye! Bir daha eski sen olmak ne mümkün? Aşk bir dönüm noktasıdır. Bir milâttır. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz bir daha, olamaz. 

Her insan için bir âşık olma zamanı vardır. Yaradan yazmış, vaktini kararlamış. Herkesin bir Şems’i olmuş, ya da mutlaka olacaktır. Zamanını bekler. 

Şems’i her zaman bir insan silüetinde düşünmemek gerekir. O bir aracıdır. Bizi heyecanlandırıp potansiyelimizi keşfetmemizi sağlayan, özümüze inmenize yardımcı olan, her sapakta bizi kendi yolumuza daha çok yaklaştıran, sevinç ve acıyla karışık bazen sınırlarımızı zorlayan ama bizi güçlü kılan ve sonunda bizi daha iyi bir insan yapan her şey Şems olabilir.  

Benim Şems ile karşılaşmam ise 2019 baharına denk gelir, Aşk romanını yıllar sonra bir kez daha okutur. Hepsi hepsi bir avuç hafta. Şems rivâyet edildiği üzere, sonunda yine sır olur. O gün bugündür arıyorum onu. Bir bulup, bir kaybediyorum. Her gün batımında. Bekliyorum, sanki bir gün geri gelecekmiş gibi. 

Mevlâna’nın Şems’i sonsuza dek kaybettiğini bile bile, yine de beklediği ve söylediği gibi: 

Ey sevgili, ilâcım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin. Çaresiz gönlümde senden başka ne varsa hepsi yok oldu. Beni kimsesiz bırakma, gel! 

Aşk böyle bir çaresizlikti işte. Tam olarak. 

Aşksız geçen bir ömür boşuna yaşanmış bir ömür. İster ilâhi olsun, ister mecâzi, dünyevi, semâvi ya da cismâni! Aşkın peşinden gitmeli. 

Bir gün öleceksek de eğer, onun yolunda ölmeli!

Tüm aşıklara selâm olsun, ya da artık geçmiş, gitmiş, bitmiş bile olsa; bir zaman tüm aşk ile yananlara!