30 Ekim 2020 Cuma

BORNOVA


Bugün, İzmir'i 7.0 şiddetiyle vuran deprem, ne onca yıl dinledi ne de onca kilometre… Beni de vurdu. Çok derinden. Öyle beklenmedik bir anda oldu ki, ağlayamadım bile. Donup kalakaldım. Bu sürede çöken telefon şebekeleri ve televizyondan yansıyan deprem sonrası ilk görüntüler bir çift el olup boğazımı sıksa da, çok şükür sonrasında sevdiklerimin iyi olduğu haberiyle ben de iyilendim. 

Matem henüz çok yeni. Bu kasvetli günün üzerindeki toz bulutları birkaç gün sonra dağıldığında, çok daha net olacak acının derinliği. 

İlk gençlik hatırâlarımın hâlâ sokaklarında dolaştığı Bornova, depremden en çok etkilenen yerlerden biri. Bornova ki, pekçok ilk aşka sahne olmuş, benim de okulum olan Ege Üniversitesi'nin kampüsüne ev sahipliği yapan ilçedir. İzmir'e yolu düşen herkesin bir şekilde hatırâlarına dâhil olmuştur eminim. O güzel Levanten evleri, belki de kampüsten sonra en sevdiğim yanıdır, bir de mandalina ağaçları. 

Büyükpark'ın ortasındaki o havuza ne saf dileklerle, ne dilek paraları attım, sadece o paraları toplayıp köşeyi dönenler bilir. Küçükpark'a inen, evimin de üstünde olduğu Süvari Caddesi, belki de hayatımın en uzun, en kısa, en acı, en tatlı, en renkli, en siyah beyaz yoludur. Palmiye ağaçlarıyla sıralı. Nerdeyse her sabah gökgürültülü sağnak yağmura uyandığım bir yol. Mevsim ne olursa olsun. Her gittiğimde, hatırâlarımın biraz daha soluklaşıp, eskimeye başladığını hissediyorum. Zaman geçiyor. Hem de çok hızlı. 

Bornova elbette bir Alsancak, Bostanlı, Göztepe değil... Bornova denize hasret. Ancak onu benim için değerli kılan hatırâlarım elbette, orda hep 18 yaşındayım. Hâlâ. Ne zaman gitsem. Zaman durmuş gibi.

Bir zaman önce, tüm fotoğraflarımı, heyecanlarımı, acemiliklerimi, korkularımı, hayal kırıklıklarımı, sevinçlerimi, pişmanlıklarımı, kahkahalarımı, sevdiğim şarkıları, izlediğim filmleri, okuduğum kitapları, gittiğim konserleri ve ilk gençlik aşklarımı bir kutuya koyup, onu da evimin bahçesine gömmüştüm, balkonumun altındaki mandalina ağaçlarından birinin altına. O ev, o balkon, o mandalina ağacı ve o kutunun akibeti için merak içindeyim şu an. 

Bornova’da yaşayan bir arkadaşımdan Manavkuyu-Özkanlar'daki bir sokaktaki binaların korkunç halde olduğunu öğrendim. Yakın zamanda buralar Bayraklı’ya bağlandığı için haberlerde hep Bayraklıda Kurtarma Çalışmaları diye geçiyor. Özünde Bornova ama. 

Bornova’nın merkezinden kimsenin haberi yok henüz- ki merkezdeki binalar çok daha eski- Yine bir arkadaşımın gönderdiği fotoğraflardaki görüntüler iç burkacak cinsten. O toz bulutunun içinde tanıdık birkaç binayı seçince, ancak ağlamaya başlayabildim donup kaldığım yerden, fâsılasızca. Bu defa bardaktan boşanırcasına. 

Kalbimiz göğüs kafesimizin içinde atıyor gibi görünse de, ara ara çıkıp dolaşır. Bugün benimki İzmir'deydi, ve bir taş da onun üzerine düştü. 

Depremde sevdiklerini ve evlerini kaybeden tüm İzmirlilere, cânım hemşehrilerime sabır ve iyilik diliyorum... Allah bir daha böyle acılar göstermesin. 

 

22 Ekim 2020 Perşembe

TV BAŞINDA


Hiç televizyon izleyen biri olamadım. Nedeni elbette ki gün içinde yoğun çalıştığım için vaktimin olmaması. Vaktimin olması ise ya hasta ve raporlu olmamla mümkündür -ki onda da zaten yatar uyurum, hâlim olmaz- ya da yıllık izin almışımdır -ki onda da tatilde, şehir dışında olurum zaten, TV ile işim olmaz.-

Her ay yok Tivibu, yok Netflix, hepsine bir dünya para bayılıyorum ama bir sor, oturup izliyor musun? Hayır. Birkaç güzel film kanalı var, bir iki de belgesel. Kırk yılda bir belki onlara takılırım Tivibu’da. Netflix’e gelince, sadece pandeminin patladığı geçen bahar, birkaç ay biraz hakkını verebildim. Netflix gerçekten hiçbir işi olmayan, boş beleş adam işi. Ha, keyifli mi? Evet. Sevdim mi? Hem de çok. Çünkü yapacak daha iyi bir işim yoktu. Hep evdeydim. Çok az dersim vardı, çalışmıyor gibi bir şeydim. Dışarısı soğuktu. Sosyalleşebileceğim tüm mekânlar da kapanmıştı. Sokağa çıkma ve hatta şehirlerarası seyahat yasağı gelmişti. Eş, dost, akraba, herkes birbirinden kaçıyordu zaten. Hani mezardan dedemiz çıkıp gelse, yüzüne bile bakmayacak, hatta yolumuzu değiştirecek kıvâmdaydık hepimiz, bu Covid belâsı yüzünden. Yalan mı? Salgın daha yeni çıkmış, neyin ne olduğunu bilen yok. Endişe tavan. Öyle günlerden geçiyorduk. 

Sonra zaten yaz geldi, attım kendimi açık havaya. Parklara, bahçelere, dağlara, taşlara, kırlara, bayırlara. Evde kim durur? Hava mis! Akademik yılın başlamasıyla yine döndüm tâbi kürkçü dükkânına. Ayağımın biri hâlâ dışarıda olsa da -güzel giden havalar sağolsun- çoğunlukla evdeyim, online derste, Zoom’da, sizi de beklerim bir gün. Çıkın çıkın gelin. Yalnız bir şartla;  yüz yüze eğitimde telefonuyla oynayanlara gıcıktım, burda da kamerasını ve mikrofonunu açmayanlara. O yüzden kameranızı ve mikrofonunuzu açıp gelin. Yoksa Waiting Room’da bekletiyorum,‘Admit’ e hasret. Oh olsun! 

Ders programım bu dönem öyle delik deşik ki, gözümü televizyona sapıtmak için yeterince boş vaktim oluyor bir sonraki dersi beklerken. Bir de dersimin çok yoğun olduğu günlerde, -ki online dersler bence yüzyüze derslerden çok daha yorucu oluyor-gerçekten kafamı dağıtacak bir şeylere ihtiyacım var. O güzel kafamı daha fazla yormamak için, yine açıp arada televizyon izliyorum.  

Gündüz kuşağı programları malesef reyting uğruna birbirinden saçma programlarla dolu. Ve malesef hedef kitle kadınlar olduğu için, içerikler moda, temizlik, güzellik ve bakım,alışveriş, dekorasyon, yemek, evlilik üzerinden ilerliyor gibi görünse de aslında özünde lâf sokma, çemkirme, çirkefleşme, dedikodu, ağzının payını verme, kıskançlık, iftira, kavga, yalan, aldatma ve hakâret yüceltiliyor. 

Yasaklara karşıyım, hiçbir zaman yasakçılardan yana olmadım ama bu kadınlara yönelik programların nasıl zıvanadan çıktığını, geldikleri son noktayı görünce, özellikle  bazılarının yayından kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Ülkemin o güzelim kadınlarına, emektâr ve çilekeş annelerimize bu programlar reva görülemez. Görülmemeli. Kıt bir aklın biz kadınlara biçtiği bu değer gerçekten çok üzücü. Bu formatlara bakınca, eski dönem, annemin izlediği Esra Ceyhan’la A ‘dan Z’ye resmen belgesel inanın! Ayşe Özgün ise ana haber! Bilinçli bir şekilde cahilleştiriliyoruz yıllardır adeta ve televizyon programlarının bunda etkisi çok büyük! Bu amaca hizmet ediyorlar resmen! 

Bir nesil bilginin cezalandırıldığını ve cehâletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil ise cahil olduğunu bile bilemeyecek, çünkü bilginin ne olduğunu hiç bilmeyecek. 

Bugün, yeni bir formata denk geldim, Fazlası Zarar, bir TRT şaheseri. Bir benzeri daha yok. Oldukça şahsına münhâsır. Yarışmacı teyzeler ev sahibi teyzenin evini dip köşe karıştırıp, ne bulurlarsa ortaya döküyorlar. Neyin eksik, neyin fazla olduğuna karar veriyorlar. Fazla eşyaları yığıp, ev sahibini utandırıyorlar. Evinde en az gereksiz eşya olduğu puanlanan yarışmacı 10 bin liralık ödülü alıyor. Şöyle tespitler yapılıyor misâl: 

*’Bir evde üç yorgana ne gerek? Bu devirde yatılı misafirlik mi kaldı? İsteyen otele gitsin!’

*’Aynı boy iki tencereye ne gerek var? İşiniz bitip yıkayın, tekrar kullanın! Ayrıca az yiyin, az! 

*’Niye fiyatı uygun diye ikinci bir yağı aldınız? Teki yeter. Bedava mezar bulsanız yatacak mısınız yani?’

* Kırmızının her tonu oje ne alâka? Ne yapıyorsunuz bu kadar ojeyle? Kuaför salonu filan mı işletiyorsunuz?

* 24 tane su bardağı bulundurmak neyin kafası? Her saat başı yeni bir bardakla su içmeye utanmıyor musunuz? 

Allah akıl fikir versin! Yahu kimin evinde neyin fazlalık olduğuna başkaları nasıl karar verebilir? Evde bir Allahın kulunu yatıracak olsak, ceket mi atacağız üzerine yorgan niyetine? Aynı boyutta iki tencere olamazmış! Yani birinde pilâv, diğerinde karnıyarık yapamaz mıyız? Bir gün kırmızı, diğer gün pembe, sonraki gün bordo ya da paşa gönlüm ne renk oje isterse, süremez miyim? Bardak dediğin nedir ki, iş edinip sayıyorsun bir de! Bulaşık makinesi içini bardakla doldurmak için var! Bu öyle uzayıp gider! 

İzlerken kendi adıma düşündüm, zayıf yanım ayakkabılarım. Benim ayakkabıları görseler ne derlerdi acep? Kurşunlara gelmem lâzım bu formata göre! Yatacak yerim yok, o derece!

İsrâfı kötülüyor, tasarrufa özendiriyor gibi görünse de, alâkası yok! Salondaki kitaplara fazla, sunta masaya ahşap olduğu için gereksiz pahalı diyen yarışmacı modelleri var. İsrâf nedir, ne değildir, sunucu da bilmiyor bence. Ev ekonomisi dersleri verme havasında, ama kendi evi ne âlemde, bir görmek lâzım. Sunucusu ayrı itici, yarışmacısı ayrı! Ne gerek var diye diye, maske, sosyal mesâfe, gibi unsurları da programdan çıkarmışlar. Hastalıktan ülkece kırıldığımız bu günlerde örnek olmaları gerekmez mi oysa? 

Hayır, amaç tam olarak nedir, verilmek istenen mesaj? Anlamadım. 

Ey Türk halkı, 

A) ‘Minimalizm candır!’

B) ‘Halinize şükredin. Kanaatkâr olun!

C) ‘Kemerleri sıkın!’

D) ‘Nefes alın, yeter!’

Halkın olması gereken imkânları kaymak tabaka tüketirken, böyle formatlar lâzım oluyor demek ki!


19 Ekim 2020 Pazartesi

KARTAL


Artık güneşli son günlerdeyiz. Öyle olunca, bu aralar dersim biter bitmez kendimi yollara vurup, kır-dağ-bayır geziyorum. Bu sırada, playlistimde çalan şarkıları bir görseniz, içiniz kan ağlar. Bunalımdan bunalıma sürüklendiğimi düşünüp, benim için endişelenebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız hani. Aslında bunlar benim iyi günlerim. Yaz başına göre çok daha iyiyim hem de. Güneş iyi geldi kuşkusuz. O bana hep iyi gelir. Gerçi, hangimize gelmez ki? Hoş, dinlediğim şarkıları duysanız, ‘Nasıl yani, bu iyi gelmiş hâlin mi?’ diyerek bana acıyabilirsiniz. Ben de muhtemelen ‘Bundan iyisi şimdilik olmaz. Malzeme bu, çok şükür.’ derim. Sado-mazo bi hallerdeyim

Dün güzel mi güzel, güneşli bir gündü ve ders biter bitmez ben yine soluğu kırlarda aldım. Akşama doğru hava bulutlanıp bozsa da, neredeyse tüm gün masmavi bir gökyüzü vardı. Bu mevsimde bir nimet, yeminle! Sonra bir baktım, başımın üstünde alıcı kuşlar dönüp duruyor. Dikkatli bakınca, kartal olduklarını fark ettim. Amanın! Elbette ki epeyce bir tırstım! Gözündeki çift retina sayesinde, avını 3000 metre uzaklıktan dâhi çok net görebilen, avına pike yaptığı an uçuş hızı saatte 400 kilometreye kadar çıkabilen, avladığı o koca koca ceylanları bile gagasıyla kavrayıp, yine kilometrelerce uzaktaki yuvasına kadar taşıyabilen, hakkaten HAYVAN gibi bir hayvandı kendisi! Onca Nat Geo Wild belgeselini adeta bugün, bu an için izlemiş gibiydim! Tırsmayıp ne yapacaktım ki? Allahtan bisikletli değildim, hemen arabaya bindim! Yetmezmiş gibi bir de kapıları da kilitledim! 

Kartallar uzun uzun uçtular, ben de izledim onları. Uzun uzun. Öyle güzellerdi ki. Tabi uzaktan! Koca bir yaz, o kadar dağ bayır arşınladım, bir tanesiyle bile rastlaşmadık da, peki niye ille de bugün çıkmışlardı karşıma? Böyle abuk şeyleri düşünmekte üstüme yoktur. Geleneği bozmadım yine, düşündüm. Sonunda, onlarla olan bu karşılaşmamı ilâhi bir işaret olarak kabul etmeye karar verdim. Kuşkusuz, bana bir şeyler anlatmak istiyorlardı.

Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. Öyle ki, 70 yıl kadar yaşayan kartallar vardır. Övünmek gibi olmasın, yine Nat Geo Wild’de izlediğim onlarca belgeselden yadigâr kalan bir bilgidir bu bana. Bir işe yaradı sonunda! 40 yaş, bir dönüm noktasıdır kartal için. Çünkü 40’a vardığında pençeleri sertleşir ve esnekliğini yitirir. O nedenle artık avlarını tutup kavrayamaz hâle gelir. Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları da yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri ise kartlaşıp, kalınlaşır. Uçmak artık onun için çok zor, sonunda da imkânsız bir hâl almaya başlar.  

Durum böyle olunca, kartal ciddi bir karar vermek zorundadır. Ya ölümü seçecektir, zamana yenilmeye mâhkum tipik bir ölümlü olarak... ya da ‘yeniden doğuş’un o acılı ve zorlu sürecine katlanacaktır. Bir bu yaşadığı kadar daha yaşayabilmek için. Dişe diş, kana kan! 

Bu yeniden doğma süreci aşağı yukarı 5 ay sürecektir. Eğer bu yönde karar verirse, kartal yüksekçe bir dağın tepesine uçar ve orada, uçmadan sabit durabileceği güvenli bir kayalıkta kendine yeni bir yuva yapar. Orada, gagasını kayaya sertçe vura vura, inatla, yerinden söker. Sonunda gaga düşer ve devamında bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Sabırla. Gagası çıktıktan sonra, bu kez bu yeni gagasıyla pençelerini yerinden söker, çıkartır. Yeni pençeleri çıkınca da, sıra eski ve kartlaşmış tüylerini yeni pençeleriyle yolmaya gelir. Tek tek. Devamında yeni tüylerinin çıkmasıyla tamamlanan bu yaklaşık 150 günlük ağrılı süreçle, kartal kendine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam sağlayan, o meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır hale gelir. 

Kendi yaşamımızda da bazen bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalabiliriz. Zafer uçuşuna çıkabilmek için bize acı veren eski alışkanlıklarımızı, bizi üzen insanları, mutsuz hatıraları, hayatımızdan çalan olumsuzlukları arkamızda bırakmamız gerekir. 

Ancak geçmişin artık gereksiz, şimdilerde yük olan safrasından kurtulduğumuzda, yeniden doğuşumuzun getireceği yeni deneyimlere, yeni insanlara ve yeni hatıralara kavuşabiliriz. Onlardan yararlanıp, yeniden doğabiliriz. Yeniden varolabiliriz. 


Hayvanları insanlardan ayıran en temel özellik, düşünmemelerinden kaynaklanan içgüdüsel olarak karar verme ve bu kararı hemen uygulayabilme yetileridir. Biz insanların ise duyguları var... Bizi düşüncelere salan. Düşündükçe de karar vermekte zorlanıyoruz.Ve sonunda kararsızlığı seçiyoruz. En kötüsü. Oysa bazı kararlarımız acı verse de, bize her zaman ‘yeniden doğuş’u müjdeleyebilir. 

İşte bugün, gördüğüm bu kartallar BENCE yeniden doğuş uçuşlarını yapıp, zaferlerini kutluyorlardı. Her şeye yeniden başlayabilmenin mümkün olduğunu BANA duyurmak istercesine... Onca zamandır değil de, tam da bugünü beklemişlerdi özellikle, başımın üstünde dönüp durmak için. Çünkü yeterince durup, beklemiştim. Artık zamanıydı. Hazırdım, bazı şeyleri arkamda bırakmaya. Bırakmalıydım. Öyle ya da böyle. İyi ya da kötü... Bir dönüm noktasına gelmiştim artık. Yol bitmişti. Yani en azından kartallar öyle düşünüyorlardı, ben henüz ne düşüneceğimi tam olarak bilemesem de.

‘Haydi!’ dediler bana. El vermek istercesine. 

Bir anın doğması için bir önceki anın ölmesi gerekir. Yeni bir  ‘sen’için eski sen’in kuruyup solması gerektiği gibi.’

Ben bu aydınlanmayı yaşarken, her nasıl olduysa, yıldırım gibi, birden, yanımdan uçup gidivermesinler mi?! Belki de saatte 120 kilometre hızla! Hem de çok yüksekten. Bir varmış, bir yokmuş gibi.. Yine izlediğim Nat Geo Wild belgeselleri sağolsun. Kartallar gittikten bir süre sonra, hava birden bir karıştı, pir karıştı! Öyle bir yağmur indi ki, sormayın! Nuh’un tufanı sanırsın mübârek! Allahtan araba vardı yoksa donuma kadar ıslanacaktım! Muhtemelen yağmurun geldiğini hissedip kaçmıştı kartallar da. Öyle zeki hayvanlar!

Playlistimde ise tam o dakikalarda işte bu çalıyordu. Gökyüzü  ise o güzelim maviden, grinin elli tonuna dönüşmüştü. 




16 Ekim 2020 Cuma

LEYLÂ


Bir vakti var her şeyin. Doğum olsun, ya da ölüm. Saati var. Eşref ya da eşşek türünden. Mevsimi var. Bağ bozumu ya da kırlangıç fırtınası. Leylâ olmanın da bir yaşı var, öyle her yaşın harcı değil. 

Gençken cahilliğine veriyorsun da, yaş kemâle erdiğinde o kadar kolay olmuyor sevda yükünü atmak üzerinden. Hata yapma lüksün neredeyse yok. Bırak Leylâ’lığı, Leylâ’lıkdan geçme faslında olman gerekiyor. Ne de olsa ‘az zamanın Leylâ Abla’sı değilsin’ artık. 

Yaşıtların ya hâcda ya umrede! 

Yaşına yakışanı yapmalısın, yaşından bekleneni. Örf de, adet de, kültür de. Ne dersen de! Adını sen koy. Demem o ki, yaşını başını alana Leylâ’lık bile haram. 

Demezler mi ki  ‘Mevlâ’yı bulma yollarına düşmen gerekirken bre kadın, yaşından başından utan!’ ya da ‘Bu yaştan sonra azanı artık teneşir paklar!’. 

Sevda gençlerin harcı! 

Sahi, senin neyine Leylâ olmak? Çoktan geçmişsin o köprüden. Çok sular geçmiş o köprünün de altından. Hakkını da vermişsin hani zamanında, ne gemiler yakmışsın ne gemiler! Ama gönül bu işte, ferman dinler mi? Dinlemiyor. 

Hiç beklemediğin bir zamanda, en olmayacak bir bağlamın içinde, o köprünün başında bir kez daha buluverebiliyorsun kendini. Hem de olabilecek en zayıf halka olarak!

Çok zaman geçtiği için olsa gerek, Leylâ’lık derinden sarsıyor bünyeni. Unutmuşsun, ne menem bir şey olduğunu. Sen, eski sen değilsin ki artık! Mihrap hâlâ yerinde dursa, aynalar sana hâlâ dost da olsa, genç olmak başka, genç görünmek başka! Hiç hissetmediğin kadar hissediyorsun bunu, tâ iliklerine kadar. Hiç takılmadığın kadar takılıyorsun o yaş engeline, çünkü Leylâ olmanın da bir yaş sınırı var. Hadi bir şekilde oldun diyelim, Leylâ olmanın bir de raf ömrü var. 

Pat diye yaşını söyleyebilen o kendiyle barışık sen gidiyor, başka bir sen geliyor. Suskun. Düşünceli nicedir. Eee, Leylâ olmak hiçbir zaman kolay değildi ki! Hele bir de şimdi olsun! 

Yediği zıpkını çıkarmaya çalışan bir balık, renkleri yeniden öğrenen solgun bir gökkuşağı, yolcusunu almak için yeniden gara dönen unutkan bir tren gibisin. Her şeye yeniden başlayacaksın. Leylâ olmak işte böyle meşakkatli bu yaşta.

Dalların tomurcukla dolsa da, biliyorsun ki sende mevsim artık hazan. Kolay aldanamıyorsun ondan sebep. Ne Leylâ olabilirsin artık lâyığınca, ne de Leylâ’lıktan vazgeçebilirsin. İşte bulunabileceğin en kötü eşik! Arâftan bile bin beter! Bâhtının saçlarından bile kara, kapkara olduğunu fark ettiğin yer.

Bir yaştan sonra Leylâ olmak, sapsız bir bıçak gibi iki tarafı da kesen, tutmak isterken. Sonuç mâlum, kan revan. Binlerce parçalı bir yapbozun sadece birkaç parçasını bulup koyabilmek gibi, parçaların çoğu eksik ve elinde örnek resim yokken. Öyle kayıp, şaşkın ve yönsüz. 

Leylâ, varıp varabileceğin en son nokta. Mecnun ise yol. Çok iyi biliyorsun artık bunu. Eee, bu saçları değirmende ağartmadın. Yola çıkmadan, o köprüde onca gemiyi yakmadan evvel, Leylâ kıymetliydi. Yani gençlikte. Şimdilerde ise artık yol bittiği için olsa gerek, Mecnun çok daha kıymetli. 


Sevda bir yük değil, ilâhi bir hediye. Çok iyi biliyorsun artık bunu. Birinci elden. Kaç kez düşerdi ki kalbe bir ömürde? Bir, bilemedin iki. Ama Allah’ın hakkı üç. Ondan, hadi üç olsun! İşte bu yüzden sıkı sıkı tutmak istemiştin onu ansızın bulduğunda elinde. Hâlâ bile öyle. Onu kaybettiğinde önce gözün ağlamıştı, şimdilerde ise özün. Çünkü anladın ki sonunda, ne sen Leylâ’sın ne de o Mecnun.

‘Olmak ya da olmamak’ kadar evrensel, en az onun kadar dermansız bir dert bu. En iyi çekenler bilir elbette. 

O zaman, onların şerefine! 

Ferdi Baba- Sen de mi Leyla




5 Ekim 2020 Pazartesi

WELCOMING 2020-2021

Dünyaca tarihi günlerden geçiyoruz. Tüm eğitim kurumları birdenbire, birer açıköğretim fakültesine dönüşüverdi. Açıköğretim ki; içten içe dudak büktüğümüz, horladığımız, adam yerine koymadığımız bir öğretim şekliydi yakın zamana kadar. Hâlâ da öyle düşünenlerdenim. Göz göze değmeden öğretim olmaz kanâatimce. Bu söylemin bir de dil öğretimiyle ilgili versiyonu var ki, işte ‘dil dile değmeden...’ diye başlar ama o biraz ayıpçı. O yüzden devamını getirmiyorum. Ama zaten siz çoktan anladınız. Zehir zehir! Valla sizden korkulur. 

Akademik yılın başlamasıyla birlikte, üniversite bünyesinde topyekün bir uzaktan eğitim seferberliğine giriştik. Perculus Plus, Eru Dm, Eru Depo, Webseminar ve Zoom gibi pekçok farklı online platformda ve uygulamada, çeşitli seminerlerin sonunda edindiğimiz birbirinden çok sayıda sisteme giriş şifrelerimizle hayatta kalmaya çalışıyor, laptop ve telefonlarımızla uyuyup uyanıyorduk. What'sapp’de her an kendimizi yeni oluşturulan bir haberleşme grubunun içinde buluyor, farklı kanallardan gelen bu bilgi akışı içinde kayboluyorduk. Bildirimleri sessize almak kısa vâdede bir çözümmüş gibi görünse de, bu sonra başımıza hepten belâ oluyordu. Çünkü What’sapp’a bakmadığınız 1 saat içinde bile 679 YENİ bildirim birikebiliyordu! Hâliyle sonrasında toparlamak çok daha zor oluyordu. O yüzden en iyisi temasta kalmaktı, yani telefonla yaşamak. Bir nevi kelepçe olmuştu elimizde. Kurtuluşu yoktu.

Son iki haftadır hemen hemen her gün, en az bir toplantıya katıldım ya da bazen de bir sınav görevi yaptım. Hepsi online, hepsi de Zoom üzerindendi. Zoom bu uzaktan eğitim sürecinde resmen vazgeçilmezimiz oldu. Elimiz ve ayağımız. Ve belki de pandeminin tek kazananı! Yani biraz zorlasam, Covid’i bunlar buldu diyeceğim nerdeyse. 2020 yılının 2. çeyreğinde kazancı % 3300 oranında artmış! Kayıran Allah bizi kayırsın. 

Bu süreçte sürekli uzayan toplantı süreleri ve her 40 dakikada bir Zoom’a gir-çık yapmak, insanların türlü türlü ev haline maruz kalmak,-kimileri havalı Zoom filtreliyken kimileri yataktan kalktığı gibi pijamalı-Zoom'un birbirinden renkli arka plân seçenek yelpazesi sayesinde, toplantıya Eyfel Kulesi’nden ya da İbiza sahilinden bağlananlar, Zoom toplantılarının ekran görüntüsünü alıp Instagram'da izinsiz paylaşanlar... gündemimdeydi hep. 

Bir Proficiency Speaking ayağı vardı ki hele, tam evlere şenlikti. Gerçekten de hiç tanımadığım, farklı uyruklardan gelen türlü çeşit gençlerin, dünyanın dört bir yanındaki evlerine misafir oldum. Hem de kendi evimin mahreminde. Enteresan bir deneyim oldu. Hem onlar, hem de benim için. Büyük Allah’ın büyüklüğünden, teknik bir sıkıntı çıkmadı. Anladım ki, Zoom’u sorunsuz kullanmak aynı beyaz eşya alımındaki gibi, şans işi. 

Derslerin başlamasıyla birlikte gündemim daha da çeşitlenip renklendi. Sabah yataktan çıkıp gelen öğrenciler, dersi dinliyormuş gibi fotoğraf çekip ekrana sabitleyenler, her ders sabit son 10 dk. dersten düşenler, kameram ve mikrofonum çalışmıyor diyenler, mikrofonu yanlışlıkla açılınca bilgisayarda oyun oynadığı anlaşılanlar, kamerasının açık olduğunu unutanlar, ‘chat’ kısmına alâkasız sorular yazıp, dakikasında kaos yaratabilenler... Misâl; ‘Zoom /zu:m/ diye okunurken, door niye /do:r/ diye okunuyor hocam?’ diye soran öğrenci! Daha ilk gün, ilk ders! Bismillâââh! Hadi çık işin içinden.  Ne Zoom’muş bu böyle arkadaş! İşte böyle renkli günler

Teknik sıkıntılar ise kaçınılmaz. Donuveriyorsunuz ekranda, pıt diye görüntünüz kalıp, sonrasında düşüyorsunuz... O düşüşte aklınızdaki tek şey Zoom’da özgür kalan öğrencilerin hayalgüçleri ve yapabilecekleri oluyor! Geri dönünce de ‘host’luğu bir öğrenciye kaptırmış oluyorsunuz. Sonra bir de bunun geyiğiyle uğraşmanız gerekiyor. 

Zoom, Skype’ın pabucunu öyle bir dama attı ki, önce aşk, sonra da helâl olsun! Ben bu günleri tâ geçen Mart ayından görmüştüm aslında! Zoom, borsaya girecek olanlara yatırım tavsiyemdi! Beni dinleyenler çok kârlı çıktı. Şu an muhtemelen Mykonos’da içkilerini yudumluyorlar. Bense hâlâ online ders kovalıyorum! 

Yeni akademik ve Zoom yılımız hepimiz için hayırlı olsun.