6 Aralık 2021 Pazartesi

BENİM ADAM

Çok uzun zamandır dinliyorum onları. Biraz Depeche Mode, biraz New Order, kesinlikle ucundan U2 ve elbette ki bir tutam da Duran Duran. Şarkı sözlerinde bir miktar Morrissey esintisi de var sanki. Ama sonunda, kendilerine ait bir sound oluşturmayı başarabilmiş bir grup. Kulağa çok İngiliz gelen bir halleri olsa da aslında Vegas’tan çıkmalar.

En güzel, en mutlu ve en hüzünlü hatıralarımın fon müziğinde ilginçtir, hep bir şekilde onların şarkılarının çalıyor olması bir tesadüf müdür? 

O abidik gubidik melodileri, enteresan vokalleri, doğal lâkin kafa karıştırıcı sözleri ve birbirinden başarılı şarkıları ile gelmiş geçmiş en dinlemesi keyifli, en eğlenceli, en sevilesi gruplardan birisi bence: 

THE KILLERS

Konser videolarını izle izle, bi yere kadar. Enerjileri, sahne performansları inanılmaz. Ölmeden önce canlı izlemek istediğim birkaç gruptan biri, tabi kısmetse! Kimleri kimleri getirdiler, bu herifleri niye getirmiyorlar bizim ülkeye konsere ya? Bilen varsa beri gelsin. Kimler kimler bilet sattırdı! Bu herifler de sattırır! Yetkili merciler, gereğini yapın kurbanınız oliim. 

Zaman da sabrım da gün be gün tükenmekte. Yazık bu bünyeye. 

Ya insanın bir tane bile kötü şarkısı olmaz mı? Valla yok. Ben bulamıyorum. Dünyanın en güzel şarkılarını yapmaya ant içmiş gibiler. 

Ennnn sevdiklerim; 

The man

The way it was

When you were young 

Smile like you mean it 

Mr. Brightside                       

Just another girl 

Read my mind

Shot at night 

Miss atomic bomb

Andy you’re a star 

Everything will be all right

Peki ya solistlerine ne demeli? Şu yeryüzünde en sevdiğim adamlardan biri kesinlikle o. Hatta belki de en özeli. 

BRANDON FLOWERS! 

Türkçesi Bülent Çiçekler gibi bir şey olsa da, kim takar? Maşallahı var abimizin. Çok janti. 

Allah sahibine bağışlasın (3 çocuk babası, yuh!) gözümüz yok ama…Çok başka bir havası var. Çok güçlü bir sesi ve yorumu var. Yazdığı şarkıların sözleri, sahnedeki tavrı-mimikleri, kılığı-kıyafeti… Çok çok yetenekli, çok özel bir adam. Kesinlikle. 

Solo bir kariyeri de var ama The Killers’daki kadar parlak değil elbette. Her ikisini de beraber götürüyor şimdilerde. Ben solo şarkılarını da çok beğeniyorum. 

Ennn sevdiğim solo şarkıları: 

Can’t deny my love 

Crossfire

Only the young 

I can change 

Jilted lovers & broken hearts 


Ve beni kederlere salan, bu pazartesi gecesinin eşlikcisi o şarkısı ise;

BETWEEN ME AND YOU! 

.

.

.

And there’s a power in letting go,

I guess I didn’t want to let you know…    diyor ya hani…

.

.

.


Yok ağlamıyorum canım, daha neler? Sadece gözüme bir şey kaçtı. 

>>>

Brandon Flowers- Between Me and You


28 Kasım 2021 Pazar

İŞTE

AÖF sınavlarının olduğu bu sabah saat 7:00’de kalkıp, 20 dolar kazanmak için kampüse doğru yola çıktım. Ben sınavı bitirip eve dönünceye kadar bu tutar 19 dolara düştü. Bugün kazandığım bu para, hesabıma yatıncaya kadar da muhtemelen 16 dolara gerilemiş olacak. Bu işin maddi boyutu.

Boşuna uğraştığının farkına vardığın bir kırılma anı vardır hani. Kendini kandırırcasına çaba harcayıp, oldu sandığın anlarda bile aslında olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını fark ettiğin o an. Aradaki mesafenin asla kapanmayacağına kanaat getirdiğin o an. Yokluğunun hiç hissedilmeyeceğini kavradığın o an. Kalbinden gelen o kırılma sesini ciddi ciddi duyduğun bir andır bu aynı zamanda. Bırakıverirsin debelenmeyi. Garip bir ağırlık gelir üzerine. Vazgeçersin. Bu da işin manevi boyutu. 

Maddiyatım mı maneviyatımın gerisinde, yoksa maneviyatım mı maddiyatımın? Karar veremiyorum. 

Çok uzun yazamayacağım. 

Siyah beyaz günler. 

Bugün de öyle bi Pazar işte. 

Brice Davioli- But It’s Over


Kampüs/Göl Cafe, Kasım 2021



17 Kasım 2021 Çarşamba

ÖNÜMÜZE BAKICAZ

N’aber?

Olmaz. Önce ben sordum. Beni çok merak ettin demek. Vaayyy! Yalanın batsın. Nerdeyse inancam. He hee. Ben de sana karşı boş değilim işin tuhafı. Seni düşünmek, seni düşünüp mutlu olmak, sana yeni lakaplar bulmak hoşuma gidiyor. 

Blogcan. 

Lö blög.

Bilög. 

Eine Blög. 

Bilog. 

Bülog. 

Blogiringen. 

Sana taktığım bu lâkapları hacılamasınlar diye, notere gidip isim hakkı almayı bile düşünüyorum inan. 

Çok garip be biloog. 

Sanki zaman durdu. Bütün o parlak renkler birden soldu. Kuşlar uzaklara uçtu. Müzikler sustu. Yemekler lezzetsizleşti. Öyle bir hal. 

Hayatım bir anda öyle boş bir hale geldi ki, ben kimim, ne için yaşıyorum, amacım ne gibi bir takım varoluşsal sorular içinde debelenirken buluyorum kendimi zaman zaman. Boşlukta yürüyorum sanki. 

Yürümek hep iyi gelirdi bana halbuki. Ama artık iyi gelmiyor. Ne alaka bilmiyorum, beynim fazla mesai yapıyor yürüyünce. Bi noktadan sonra da devrelerin yanması kaçınılmaz oluyor. Düşün düşün, sonrası malum. 

Buzdan sanılır bazı kalpler. Bilmek istemezler, ama buz da kırılır. Sonra erir, ve yok olur. Hangisi sebep, hangisi sonuç, bilemezsin bazen. Kaçabilirsin belki, ama saklanamazsın her zaman. Evrende asla kesişmeyecek paralel doğrular vardır. Bir de tüm ihtimalleri bir bir yok eden gerçekler. Gökten haşa Allah inse, olmaz dese, yine de inanmak istemezsin. Gözlerinle görmen gerekir bazen. Bazen seni, kendi silahlarınla vuran birileri çıkar karşına. Yenilmezsin, ama yenemezsin de. Zaten önemli olan katılmaktı demekten başka bir şey gelmez elinden. Der, ve yoluna devam edersin. Bu da bir tür yenilgi değil midir? Aldık, kabul ettik. 

Eyvallah. 

İnsan, kaybettiğinde evine dönmek ister. Benim evim ise artık başkasının evi. Dönemiyorum. 

Ne diyordum? Haaa. 

Günler ne kadar da hızlı geçiyoooo, diğğğ mi bülog? % 50’ye varan indirimlerin zamanı çoktaaaan gelmiş bile. AVM’lerden sıtkımı sıyıralı epey oldu. Ama SMS’ler yakamı bir türlü bırakmak bilmiyor. Ne de olsa, sadece hatırlı değil, yağlı bir müşteriy(d)im. 

Tüketim toplumunun alışverişi azdırma tekniklerinden başlıcası bu yüzde elliye varan lafı yeminle! 

Girer bakarsın, o yüzde elliye varan bir kaç ürün ya vardır ya da yok. Ama hepimiz, bilhassa dişi camiası, bu çarkın yolcuları olduğumuz için bu azdırma tekniğinin albenisine yenik düşeriz.

Her ay kredi kartı ayrıntısını karşımıza alıp kendi kendimize, önümüzdeki ay bişe almıycam diye sözler veririz. Ama o çok sevdiğimiz dükkanın o camında yazan %50 yazısını bi kere es geçeriz, hadi iki kere es geçeriz… Ama diğer hafta camda % 70 yazınca, hepimiz adeta birer Amazon oluruz! Allah Allah nidalarıyla dalarız mağazaya, kapanın elinde kalan, tek renk/ tek beden o son ürünleri bir bir doldururuz alış veriş sepetine! 

Kendimize verdiğimiz o sözler falan, hepsi hoooop uçar gider! Bu ayakkabıları görünce mesela, skinny jeanlerle süper olur bunlar! denip yola devam edilir. Hiç şaşmaz. Zaafım var kuzum, napiiim?  

Da-ya-na-ma-dım. 

Üstelik daha sadece % 30’da. Ama daha şimdiden tek numara kalmış! Al-dım git-ti! İade edip etmemek arasında hâlâ gidip geliyorum. Tipik ben.

Çok yorgun olunca dinliyorum onu. Tıpkı bu postta olduğu gibi, ha bire değişen duygu durumuma en iyi onun müziği geliyor bugünlerde. Duyguların insanı. Ne zaman dinlesem Nirvana’ya ulaşıyorum! Eserleri büyük acılarla beslenmiş olsa da, insanlığı notalarla tedavi eden kutsal bir aziz bence kendisi. Dehası ise arşta. Mozart getir götürünü yapar, Bach diz çöker tövbe çeker, Vivaldi sen bi uzak dur bu tartışmadan kardeşim. Günümüzün autotune’lu saçma şarkılarına değinmeyeceğim bile. 

Pişmanlıklar, alışkanlıklar, yarım kalanlar ve unutulanlar. Sevmediğin halde yapmak zorunda oldukların. Ve aslında yapmak istediklerin. Sonsuz bir keder. Sonra tüm şelaleler senin için akar. Sonra tüm yıldızlar senin için aydınlatır geceyi. Bilirsin, güneş doğacaktır yine sabah. Nasıl yan yana geldi tüm bu notalar?

Hayatı boyunca hem hiç sevilmeyip, hem de çok sevilmeyi başarmış bir zât-ı muhterem kendisi. 

Belki hissediyordur onu ne çok sevdiğimi. Bu ara kendisine çok düşüp, onu ne çok dinlediğimi. Ve bana çok iyi geldiğini. 

Çok teşekkür ederim. 

Bir gün anavatanın Rusya’da, bunun canlı ve en güzel performanslarından birini izlemek en büyük hayallerimden biri. 

O zaman, 

Dinle, ey lö yolcu! 

>>>>>>>>

Tchaikovsky-Swan Lake










7 Kasım 2021 Pazar

ÖBERİM!

Ne güzel bir Pazar! Güne gülerek uyanmak, gülerek duş almak, YouTube’da en sayko videolara kahkahalarla gülmek ve köpüklü olsun diye yaparken yırtındığım törkiş kahvemi içerken; içimi kaplayan bu Isparta gülleri gibi mis ortamı neye borçlu olduğumu düşünmek… Peki, neye borçluyum sahi? 

Tabi ki o tokata! 

Tokadı yemeden gelmiyo lan bu huzur! İyi ki! İyi ki! Allah atandan bin razı olsun! Başka türlü düşmezdi benim jeton! Öyle köşeli! 

Hayat tuhaf bi denge üzerine kurulu, yemin ediyorum bak. Oh be! Nihayet düze çıktım. Mustafa Ceceli kadar huzur dolu bi sıfatım var artık. Ahan da böyle! Evet, bu görseldeki hatun temsili benim! 


Bazı şeyler yoluna girince, çocuk gibi seviniyor ve umutlanıyorum. Bu hep böyle olmadı mı ki? Bildiğin ben. 

Tanrı beni shake your bon bon, shake your bon bon yapıyor arada, tıpkı bi kokteyl gibi sallıyor. Bu ritim bazen beni çok yoruyor aslında. Hırpalıyor resmen. Ama shake yaparken bazen mucizeler sunduğu da oluyor ve ben buna bayılıyorum. 

Her zaman bekleriz! 

Shake meeeee! 

Shake me moreeeeee! 

Bu ara hır gür yok. Mevzu yok. Sular duruldu. We are the world we are the children yani bi yerde. Huzurun dibi. Oh be. 

Ayrıcana; kim, nerde, napiyo? Bilmiyoreee. İlgilenmiyoreee. Umursamıyoreeee. Al sana kombo huzur! Magazin turuna çıkmıyorum. En son kim kime atladı? Bilmiyorum bak misal. Oh, mis! Kafam rahatladı yemin ediyorum. Hatta işi o kadar ileriye götürdüm ki; çekmeyen internetin hastasıyım bu aralar. İnternet yoksa, huzur var orda yemin ederim. Bir tatlı huzur almaya geldim ah çekmeyen ağlardan, ah çekmeyen ağlardan! Gerçi bu postu şu an yazıp yitekliyor oluşumu mobil verimin çekiyor olmasına borçluyum. O ayrı mevzu. 

Olsun! Şimdilik iyi gidiyorum. Aferin bana. Özsaygı hepimize lâzım. Hepimize. 

Hatta dün yakın sayılabilecek bir mesafede olan şahane bir vadiye kalbimi bırakıp geldim. Ahan da görsellerden de anlaşılacağı üzere: muazzam bir sonbahar yaşanıyor Türkiye, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan! Reha Muhtar’a bi selam çakiimZamane bebeleri bilmez tabi adamı, o yüzden Works Cited vermek zorunda kalıyorum ha bire. X ve Y kuşağı okurlar leb demeden leblebiyi anlıyorlar neyse ki! Can onlar, can!





Güne güzel ve huzurlu uyanamadan geçen onca zamandan sonra, kulağımı çekip tahtaya, taşa, neye bulursam vuruyorum parmağımın büktüğüm ilk boğum yerini. Hem kulağım çekmekten sarksın, - nerdeyse 2 yıldır maske takmaktan kepçeden hallice oldu zati-, hem de parmağımın boğum yeri vurmaktan nasır tutsun istiyorum! 



Bu arada baya baya enternasyonel takılmaya başlamışım. Blogu tıklayan siz sevgili lö okurlar; nerdeyse dünyanın her yanındasınız! Ahan da bu haftanın istatistiği! Bu nasıl oluyor, beni ve bu blogu nasıl bulup okuyorsunuz, hiç anlamıyorum! Valla bak! Çünkü lö blög’ün reklamı için hiç bişe yapmıyorum. Hatta tam tersi, beni tanımayan, bilmeyenler okusun istiyorum özellikle! Çünkü kasmıyorum öyle olunca. Kim hakkımda ne düşünür, takmıyorum. Gelişine yazıyorum. Paşa gönlüm her nasıl isterse. Kim okuyacak? Bilmiyorum. Bilinmezliğin verdiği o heyecan hiçbir şeyde yok.

Bugünkü wiş listim bu kadar! 
Öberim all of yu! 

Üstelik musikili. Sevildiğinizi bilin. 

>>> 



28 Ekim 2021 Perşembe

BU

Ekonomi rezalet. Mâlum her bir büyükelçinin 1 TL’yi temsil ettiği bir dolar kuru ile karşı karşıyayız. Canım çok sıkkın. Muz yiyen Suriyeliler ise nerden baksan trajikomik. Freni boşalmış kamyon gibiyiz. Ama… bunlardan bahsetmek için açmadım bu postu. Titanik batarken keman çalanlar gibi, böyle havadan sudan konuşmak daha güzel olur diye düşündüm. Mesela göbek açık olmayan kıyafet bulmanın gitgide zorlaşıyor olması gibi. Ya da Nurgül Yeşilçay’ın son hali de olabilir. Veya; kadınların hep sorunlu erkekleri sevdiği gerçeği. İstersen okursun. İstersen okumazsın. Bu kadar basit. Ama bence oku. 

Bugün kampüsten eve yürüdüm. Yeşil, sarı ve turuncunun belki elli çeşit farklı tonunun yayıldığı ağaçlı yollar boyunca, anladım ki iyicene sonbahar gelmiş. Vay anasınııııı. Hava sert. Rüzgârlı. Sona doğru yağmura da kalmayım mı? 

Yeni binayı hiç sevmiyorum, kendi de yüzü de soğuk. Dersim biter bitmez defolup gidiyorum bu nedenle kampüsten. Kaçarcasına. Arabaya in-bin, derse yetiş, o işi kotar, bunu hallet, oraya buraya koştur derken, kaçırıyormuşum nerdeyse bu sonbaharı bak. Bütün sürü göç etmiş de, ben tek başına kalmış göçmen bir kuş gibi. Bugün fark ettim. Yakaladım bir ucundan neyse ki. 

Eve yürürken, yol boyunca düşündüm durdum. Yıllar önce Ege’nin kampüsünde sonbaharlar nasıldı? Geçen onca sonbahardan hiç değilse bari biri gelseydi ya aklıma. Gelmedi, biliyor musun? Hatırlayamadım. Tek bir görüntü bile. Demek ki oradaki sonbaharları da kaçırmışım. Ne yazık. Kimbilir hangi incir çekirdeğini doldurmayacak, hangi eften püften dertlerim vardı. Vardı ki; başımı kaldırıp etrafıma hiç bakmamışım. Allah bilir hangi saçma şeyleri dert ediniyordum kendime. Hatırlamıyorum inan. Gençlikte zaman hiç geçmiyor, hiç de geçmeyecek sanıyorsun. Oysa zaman, nasıl da hemen geçiveren… ne çok kıymetli. Zaman, en büyük öğütücü. Bilmiyorsun tabi bunu 20’lerinde. Çünkü zaman sevenler için değil… Zaman, hasret çekenler için. 

Hangi ara hızlandı mevsimler böyle? Ne çabuk geçti yıllar,  bilmiyorum. Bu yılki öğrenciler 2003’lü. İnanamıyorum! Kendimi ilk kez yaşlanmış hissediyorum o çocuk yüzlere baktıkça -ki yaşlanmışım. Göstermesem de. Ama genç olmak başka, genç göstermek ise çok başka! 

Ha, şimdiki dertlerim de yine incir çekirdeğini doldurmayacak cinsten gördüğün gibi yine. İnan değmez. Artık bunu biliyorum. Yakaladığım sonbaharlar var artık aklımla bin yaşayayım ki! Biri de bu. Yıllar sonra hatırlayacağım. Bugünü. Yürüdüğüm bu yolu. Bu fotoğrafı çektiğim anı. 


Geçmişe gitmek için zaman makinemiz yok kabul ama, şarkılar var. 

Ne çok dinlerdim. Yıllar sonra, belki ilk kez dinliyorum. Mevsimi hatırlamıyorum…Ama sanki Fransız Kültür’den çıktım, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne doğru yürüyorum. Kulaklıklarım bayram ediyor. 

Bana Fransızca’yı sevdiren şarkı. 

O zaman, sen de yol boyunca benimle birlikte dinle. 

>>> 

Noir Desir - Le vent nous portera



19 Ekim 2021 Salı

ALIŞMAK SEVMEKTEN DAHA ZOR GELİYOR


Kolay değildir bir insana alışmak. Zor ve yorucu ilk başlarda. Tanışmak. Koca bir dağ. Uzun bir yol. Anlatıp duracaksın kendini. Dinleyecek. Sonra o anlatacak, sen dinleyeceksin. Orta bir yol bulacaksın. Ortak bir dil geliştireceksin. Ortak bir geçmiş yaratmaya koyulacaksın. Ooooooo! Uğraş dur! Bir duvar inşa eder gibi. Tuğla tuğla. Emek emek. Güleceksin. Ağlayacaksın. Kızacaksın. Kırılacaksın. Küseceksin. Üzüleceksin. Barışacaksın. Eğleneceksin. Yaşanmışlıklar biriktireceksin. Hatıraların olacak. Hey yavrum hey! Eğer her şey yolunda giderse, o da epey bir zaman sonra, nihayet birbirinize hatrınız geçmeye başlayacak. Bir gönül bağı kurulacak. Bağlayacak sizi bu bağ. İşte böyle uzun ve meşakkatli bir şey alışmak. Ölme eşşeğim ölme türünden! 

Sonrası ise yokuş aşağı.. Hooop! Lunapark’ta geçen güzel bir gün gibi. Güvenli bir liman gibi. Her zaman sıcak bir yuva gibi. Sıcak bir yaz gününde soğuk bira gibi. Tatlı. Keyifli. 

Uzun bir süre anlamayabilirsiniz o kişinin hayatınızdaki yerini. Ne kadar derinden bağlandığınızı hiç fark edemeyebilirsiniz bile hatta, ta ki gittiği güne kadar. O gün sudan çıkmış balığa dönersiniz. Yokluğunda büyük bir boşluğa düşersiniz. Ona çok ihtiyacınızın olduğu bir an gelir. Çok özlersiniz.. 

E, ne alaka şimdi diyebilirsiniz. Kim bu kişi? 

Bilenler bilir; Döndü Hanım’a olan düşkünlüğümü. İlgili yazı için bkz. DÖNDÜ HANIM. Bilmeyenler ya da gidip yazıyı okumaya üşenenler içinse kısa bir not; Döndü bana temizlik işlerinde yardımcı olan hanımefendidir.  Üç yıldan fazla süredir birlikte çalışıyoruz, -daha doğrusu çalışıyorduk. Artık yollarımızı ayırdık, -daha doğrusu o ayırdı. Yaşlı annesine bakıyordu, kadın Alzeimer hastasıydı, durumu epeyce ağırlaşmış artık. Öyle olunca, Döndü süresiz/ücretsiz izne çıkmış oldu. Ve ben kalakaldım.. Öylece. Evet. Öylece. Elimi kolumu koyacak yer bile bulamadım bir süre. O derece. 

Bugün, yeni bir hanımla çalışmaya başladık; ismi Bağdat. Kolay olmadı onu bulmak, onunla buluşmak, yeni bir yola çıkmak. Nerdeyse 2 ay bekledim! Temizliğe gelen hanımlar kara borsa! Bağdat’ı ayarlamak için araya kaç tane hatırlı tanıdık koydum, inanamazsınız! Yemin ediyorum, atmadığım takla kalmadı! Onun günü bana uymadı. Benim bütçe ona gelmedi. Altınla, Euroyla yarışıyor bu piyasa. Neyse ki sonunda bi yerde buluştuk. Elektrik de önemli tabi. İlk görüşte oldu oldu, birbirini gözün tutmazsa arkası gelmiyor. Tıpkı aşk gibi. 

Bu sürede evi resmen pislik götürdü ben kendimce rötuşlar yapsam da! Bugün bu kaos nihayet bir sona eriyor. Ama ben sevinemiyorum. Kafam da kalbim de karışık.

Bağdat genç ve güzel. Ela gözlerinde Babil’in asma bahçelerini görebilirsiniz. Sözü, sohbeti tatlı. Tok gönüllü görünüyor. Yıldırım gibi de. Eline ayağına çabuk. Güvenilir de. Referansları çok sağlam yerlerden.

…ben Leyla’yı, Mecnun’u,  Ferhat’ı, Aslı’yı, Kerem’i bilmem  amaaaaa. Bağdat’ ı iki gözüm kapalı bulabiliriiiiim…

Ama yine de… Ben…

Döndü’yü çok özlüyorum. 

Evet. Biz onunla konuşmadan anlaşırdık. Gözlerimden okurdu halimi. Gözlerimin dilini bilirdi. Evin ilmini de bilirdi. Ne nerde? Neyi nasıl severim? Neye gıcık olurum? Ballerina Cif misali temizler, paklar, parlatırdı evin her yerini. Ondan çok güzel yeni ütü tüyoları ve çamaşır katlama taktikleri öğrenmiştim! En son temizlik trendlerini de en iyi o bilirdi. Ne bezi, nerde, kaç para? Hangi lekeyi ne iyi çıkarır? Bu konularda Google’dan bile çok daha becerikliydi. Geç bunları…Beni neşelendirirdi yağmurlu Pazar sabahlarında. Söylediği dertli Karadeniz türküleriyle ağlattığı da olurdu ama, olsun. Falımda hep yol/kısmet görür, beni hayata bağlardı. Müjdeli haberler cıvıldardı hep onun baktığı fincandaki kuşlar ne hikmetse. Harika rüya tabiri yapardı. Ne zaman kötü bir rüya görüp anlatsam, tersine çıkarırdı. Korkularımı alır götürürdü. Ağzı dualıydı. Hep dua ederdi bana da. Çok güzel börek yapardı. Hem de elde açma! Hamurun canına okurdu. Bildiğin hamur ana! Harika tarifler verirdi. Çok güvenirdim ona. Bazen kendimden bile çok. 

Bir insana alışmak, onunlaykenki kendinize alışmak da demek bir yerde. Birlikteyken, sizde uyandırdığı duygular, o kişiden belki de kat kat öte ve kıymetli olabilir. Sanırım sadece Döndü’yü değil, onunlaykenki halimi de özlüyorum bu yüzden. 

Şimdi ise Bağdat ile sil baştan! Offff! Gözümde büyüyor. Bu yolculuk için kendimi çok yorgun hissediyorum. Bak, bağrıyo şimdi içerden; ‘Aplaaaaaa, Arap sabunu nerdeeeee!’ diye. Bağırmak zorunda çünkü kendi telefonundan açtığı İbrahim Erkal şarkısı evdeki her türlü sesi bastırıyor! Elektrikli süpürge sesini bile! 

…. beeeen kiiimseeeyiiiii sevmeeeediiiiim seniiinn gibiiiiii…

……Sen dee beniiim gibiiiii sevmeeee sevmeeeeee…

Tabi bilmiyor henüz, bu evde biri müzik çalacaksa; o kişi benim. Ha bir de sakız! Bilmiyor ki; gıcık olurum oraya buraya çıkarıp, koyduğu o ağzındaki sakıza! Minderlerin altını da süpürmemiş zaten! Aynaları da es geçmiş! Hey Allah’ım!!! 

Acaba Döndü de beni özlüyor mudur? Düşünmeden edemiyorum. Belki de Bağdat’ın bu şarkı seçimi tesadüfi değil; bir tür telepatik işaret! Bağdat’ı kendi gibi sevmemden korkuyor Döndü belki de, içten içe. Neden olmasın? Telepatik bir bağ kurmuş olabilir şu an aramızda. Bana bu şarkıyı aslında Bağdat değil, Döndü dinletiyor olabilir bal gibi.  Olamaz mı yani?  

Ah Döndü!

Kimbiliiiir kimleeeer vaaaar şimdiiii kalbindeeeee?

Sen beniiiiii unuttuuuun çoktaaaan belkiii deee!

Ben hala yaşarıııııım eskiii günlerdeeeeee….

Her şeyde sen varsııın unutamadııııııım! 

Şu hayatta yapılabilecek en büyük hatalardan belki de birisi, alışmak. Ve bağlanmak. Bağlanmak -ki hayatı zorlaştırır. Sizi güçsüz yapar. Bağlanmak, bir zaaftır. Bağlandığınız şey kalorili bir yiyecekse, kilo alırsınız. Kilo bu, alınır verilir. Zaafınız değerli bir şeye ise, en fazla mutsuz olursunuz. Sizin olur ya da olmaz, bir şekilde yerine bir şey koyar yolunuza devam edebilirsiniz. Zaafınız bir insan ise, işte o zaman .ıçtınız! Sürünürsünüz. 

Bugün sürünüyorum. Resmen. Daha sürüneceğim de geride duruyor! Döndü’yü unutmak ve Bağdat güncellemesine alışmak hiç ama hiç kolay olmayacak. 

Alışmak gerçekten sevmekten çok daha zormuş

Selami Baba, büyüksün!



 

16 Ekim 2021 Cumartesi

AH ŞU KADINLAR!

Erkek kısmısının biz hatunlara bakış açısını mercek altına alacağım bu yazıda, e hadi, beri geliverin lö millet. Diyeceklerime kulak verin. 

Söz, erkekseniz bu post sizi kültürleyecek bi bakıma. Hatunsanız da, eğlendirecek. E, tabi ki hemcinslerimi kayırıcam. Ne sandınız? Ucu bana da dokunuyor ne de olsa! 

Ah hatunlar! 

~İltifat edersiniz yalan der, etmezseniz bırakır gider. 

(Et kardeşim sen de! Bünyeyi niye zorluyorsun? Erkeğin yanında kendini iyi hisseden kadın neden gitsin? Hor ve özensiz davranırsan terk etmek farz olur!)

~Her istediğine EVET derseniz karaktersiz… HAYIR derseniz anlayışsız olursunuz. 

(Hiçbir kadın yanında emme basma tulumba onaylama konseyi istemez. Sen nasıl istersen lafı bir zamandan sonra sinir telleri üzerinde titreşim yapar ama!)

~Çok sık ararsanız SIKILDIM der, az ararsanız İLGİSİZ der. 

(Bir kadın gerçekten seviyorsa sıkılmaz. Zaten bi erkeğe çok arama sıkıldım diyorsa o iş çoktan bitmiştir. Geçmiş olsun.) 

~İyi giyinirseniz ÇAPKIN der, dikkat etmezseniz ZEVKSİZ der. 

(Der abi! Seven insan her şeyi der :) Bunu çeviremicem şimdi. ) 

~Kıskanırsanız kötü huylu ilan edilirsiniz. Kıskanmazsanız, sevmiyor olursunuz

(Ya şöyle bi baktım da, bu erkeklerin işi gerçekten zormuş :) 

~ Bir dakika geç kalın, kıyamet kopar. O geç kalınca, ee ne var ki bunda?  der. 

(Kadın ulaşılmaz olmalı. Makyajı/ hazırlığı daha da uzatın kızlar! Beklesinler! ) 

~ Arkadaşlarınızla takılınca, onu ihmal etmiş olursunuz. O buluşunca “ bizim kızlar” olur

(Evet, öyle bi bencillik durumumuz mevcut;)

~ Bir kadına bakacak olsanız, gözleriniz oyulur. Başka adamlar ona bakınca, hayranlık olur. 

(Evet, gözler itina ile oyulur! :) 

~ Konuşursunuz, dinlemenizi ister. Konuşmazsınız, neden konuşmuyorsun?  olur

(Yahu,  biz neymişiz be! :)

~Seni seviyorum dersiniz, benden önce daha kaç kişiye söyledin bunu? der. Söylemezsin, ben değersiz miyim? der

(Zamanlama, beyler! Zamanlama çok önemli. ) 

Evet, lö okurlar. Erkekler bunları demişşşş. 

Aslında kadınlar hem çok basit hem de çok karışıktırlar. Akıl karıştıran ama hayranlık da uyandıran. Ve tüm bu kargaşasıyla hayatı tamamlayan. Biz olmasak napıcaktınız, bi düşünün. Valla, biz hatunlar için yaptığınız bu çıkarımları tembelliğinize veriyorum ben. Bir de, kendinizi yeterince ifade edemiyor olmanıza. Çünkü erkek beynindeki konuşma merkezi, kadın beynindeki muadilinden nöronca % 12 eksikmiş. Allah baba öyle istemiş, öyle yaratmış. Emir büyük yerden. Yapacak bir şey yok. 

Devam. Sevmeye. Ve şanslıysanız eğer… Sevilmeye de! Vazgeçmek yok. Pes etmek yok. Bahane yok. 

O zaman,

Dinle.

>>>>>>>>

Salman Tin- Gözlerinde bi yer


 

14 Ekim 2021 Perşembe

Yİ HA Yi


İşte yine o… Benimki. Alımlı alımlı mutfaktan göz kırpıyor. Nutella, ah canım… kış geliyor. Evet, biliyorum. E, haliyle sana olan zaafım gün geçtikçe büyüdü. Malum, bütün bi yaz ağzıma sürmedim. Ama bu da can. Yazık değil mi? Özlemişim. O yüzden ‘çek arabanı, seni yemiycem!’diyemiyorum. Çünkü senin ‘büyük konuşma kızııım, artiz misin?’diyeceğini de çok biliyorum. Bu kaçıncı. 

Nutella ile yıllardır süren savaşımızda, ateşkes imzaladık bugün. Maddeler şöyle: 

*Suyunu çıkarıp ilk günden çok yemiycem. 

*Çay kaşığı ile dalacam kavanoza. 

*Çok açken kapağını açmıycam. 

*Buzdolabında tutucam ki taş gibi olsun, kaşıklamak zor olsun. 

*Brownie yapıp üstüne bi de nutella sürmek gibi fantaziler üretmiycem. 

*”Bal yemekle ağız tatlanmaz” diyo ya bi atasözümüz, çok doğru. Onu “Nutella yemekle ağız tatlanmaz” a evirip, depresif zamanlarda neşelenmek amaçlı yemin billah ağzıma asla Nutella sürmiceem. Valla bak. 

Söz veriyorum! Çok inşallah. Çok amin.





10 Ekim 2021 Pazar

AŞK KAÇ BEDEN GİYİYORDU SAHİ?

Yahu kardeşim, benim anlayamadığım bir şey var. Feminist falan da değilim ama bazı türlü türlü denyoluklara dayanamıyorum. Bu erkek milletinin en şişkosu bile 90 60 90’lık hatun arıyo kendi aklınca. Yani düşünün özgüveni! Abim yemiş yemiş semirmiş, göbeğin etrafı Uranüs halkaları gibi halka halka ama adam kendine hiç bakmıyor! Gözleri yine mankenvari kızlarda. Zengini de çulsuzu da aynı; manken gibi hatun peşindeler. 

Bi arkadaşımın net 100 kiloluk sevgilisi geçen gün: ‘kadın dediğin ince belli ve ince ayak bilekli olmalı’ dedi! Ulan adam, sen hiç aynaya bakmaz mısın?! diyemedim tabi. Çam yarması! Arkadaşım ise güzel ve toplu birazcık. Birazdan belki biraz daha fazla. Bıngılgillerden. Ama taş çatlasa 42-44 bedendir! Aşırı değil. Öyle olunca, ne bel ne de ayak bileği oyuntusu haliyle yok, ama hoş hatun. Zavallım, ezildi büzüldü bu muhabbeti duyunca. Zaten tanıdım tanıyalı ölüm diyetinde. Denemediği yöntem, yapmadığı spor, gitmediği diyetisyen kalmadı. Sevgilisi ise 100 kilo! Evet evet! 3XL adam! Maşa’nın Koca Ayı’sını bildiniz mi? Durun, ben yardımcı olayım bir görselle. İşte burda. 

Ha işte, ondan hallice olan izbandut sevgilisine karşı ise bu yüzden sürekli mahçup: bir türlü adamın istediği inceliğe erişemiyor ya! Üstelik, bir de ha bire pohpohlayıp duruyo iri kıyım sevdiceğini:’ Göbek yakışıyo benim sevgilime! Kel ama kafası çok biçimli bi kere! Çok daha karizmatik böle’ filan diye. Tüm anaçlığıyla sevgilisini üzmemeye çalışıyor. 

Yaw, biz karı milleti gerçekten gerizekâlıyız. Ne yaşıyorsak, müstehâk vallahi! Yiyim anaçlığımızı! Yüzüne vursana sen de, ‘Acilen zayıflaman lâzım, yoksa olmaz’ diye! Onlar da anlasın, kocası zayıf hatunlara takılmasın diye spor salonunda yardıran, kilo vermeye çalışan ev hanımlarının dramını! 

Bi de bu adamların plajda oturup hatunları kesen modelleri de vardır hani: ‘Baseni var’, ‘Selüliti var, lömbür lömbür’ ya da ‘Göğüsleri çok küçük’ gibi. Yaşıyoruz bu tiplerle, kimimizin akrabası, sevgilisi, kocası, patronu, komşusu ya da arkadaşı. Kendi Michelin göbeğine bakmadan, karşısındaki hatunun her hâlükarda 90 60 90 olmasını bekleyen şuursuz bir erkek topluluğu! 

Ben öyle anaç söylemlerde bulunamayacağım size, yiğidolar. Kimse kusura bakmasın! Zirâ, ne ben ne de bir başka hemcinsim ananız değiliz,  olamayız, çünkü siz de bizim kete ya da paşa oğlumuz değilsiniz -ki ananız artık sizi daha ne diyip seviyorsa, orasını bilemem-. 

Spora gidin güzel kardeşim. Evet, bi zahmet kaldırın o koca totonuzu. Gidin ya. Her allahın günü gidin. Sabah akşam gidin. Gidin siz. Anca olur. Nedir o göbek ya, üçüzlere hamile gibi! Daha bu yaşta! Görmemiş olayım! Eritin! Tutun düdüğü, yemeyin! Göreyim bi şu six packs’lerinizi bakim! Sonra… Lazer epilasyonla maymunluktan insanlığa geçin. Ne biliimm. Saç ektirin. Sarkan memelerinizi aldırın. Bakın kendinize. Sonra gelip ahkâm kesin  ‘Hatun dediğin şöyle olcak, böyle olcak’ diye! Yeter hemcinslerimi üzüp, ağlattığınız, özgüvenlerini yıktığınız! Bu postta üzülme sırası sizde! Eee, ektiğinizi biçmek hakkınız tabi. Üzersen, üzülürsün hacııı! Hakkınızı teslim ediyorum işte! Adalet dağıttığım bir başka gün daha! 

Oh be, rahatladım! 

Ve son olarak, 90 60 90 güzellik algısını hem biz kadınlara hem de özellikle erkeklere tekrar tekrar sorgulatan H&M’e ve birbirinden güzel ve normal kadın mankenlerine teşekkürlerimle!!! 





COMMENT uyarısı

1. Bu yazı geyiğine yazılmıştır. Durumdan vazife çıkarıp gerilmeyin, beni de yorumlarınızla germeyin, pliiiis. 

2. Kendinizi olduğunuz gibi sevin. 

3. Sizi olduğunuz gibi sevenleri SEVİN, sevmeyenleri bi zahmet SEVMEYİN. Ezik misiniz siz?! 

4. Herkes kendine özgü bir şekilde GÜZELdir. Net. Nokta. 


1 Ekim 2021 Cuma

Z BEBELERİ

Çok enteresan bir nesil geliyor: Z kuşağı. Enteresan, çünkü akademik olarak başarılı olanları bile, hayattan bihaber. Genel kültürden yoksun. Alanı dışında nerdeyse hiç okumayan, izlemeyen, düşünmeyen, sorgulamayan, araştırmayan, bilmeyen bir nesil. Her şeyi hafife alan, özgüven patlaması yaşayan bir nesil. Kolaycı bir nesil. Hazırcı bir nesil. Umursamayan, maksimum gevşek bir nesil. Müzik zevki olmayan bir nesil. İri bir nesil, GDO’lu besinler sağolsun!  İletişimsiz ve eylemsiz bir nesil. Marka düşkünü bir nesil. Yani özünde: benim de bir üyesi olduğum Y nesline hiç benzemeyen, hatta nerdeyse taban tabana zıt, yer yer insanı hayretlere düşüren bir nesil. Ha, genelleme yapmak elbette çok doğru değil. İllâ ki sürüden ayrılanlar, şahsına münhasırlar vardır. Ancaaaak; genel düşüncem bu yönde. Böyle hissettiğim için şimdi ben yaşlanmış mı oluyorum yani? 

Peki buraya nerden geldim?

Kim milyoner olmak ister?’ yarışmasını izliyordum. Çok cicimen bir kız yarışmacı çıktı;  İzmirli, Cerrahpaşa Tıp 3. sınıf öğrencisi bşr Z bebesi. Hem hukuğa ilgi duyduğu için, hem de bir vatandaş olarak haklarını bilmek için açıktan/uzaktan Adalet de okuyormuş yine aynı üniversitede. Takdire şayan. Bitince, belki dikey geçişle Hukuk da okumayı düşünüyormuş tıpın yanında. Bravo. Ayrıca, lisede lisanslı hentbol oynamış, matematik olimpiyatlarında dünya 3.lüğü ve bir kimya çalıştayında Türkiye 2. liği kazanmış, iyi derecede piyano çalan, pırıl pırıl bir kız. Anlattı da anlattı. Yaşından büyük başarılar elde etmiş, on parmağında on marifet bir Z kuşağı temsilcisi. Gördüklerim arasında belki de en tatlılarından biri. 

Derken, yarışma başladı. Çok umutluydum kendisinden. Hele de ilk sorularda.  

Cevapladığı 1. soru: 

Elma dersem çık, armut dersem ……. . ( çıkma) Doğru bildi. Umut vaad ediyor :)

2. soru sinemadan geldi:

Devasa martıların ve kargaların insanları kovaladığı korku filmi, hangi Alfred Hitchcock filmidir? 

Cevap: Kuşlar. (Telefonla joker hakkını kullandı.) Telefondaki yakını doğru bildi hele şükür. Belli ki, belli ki neee! Şıklar o kadar kel alaka ki! Bu kült filmi hiç duymamış bile olsan (nasıl duymazsın o ayrı konu da!) sırf şıklardan eleyerek bulursun! Martı+Karga =Kuş Çeldiriciler: Ejderhalar, Yaratıklar, Martılar. 

3. soru balıklarla ilgiliydi. Aynalı türü de bulunan balık türü hangisidir? ( Seyirci jokeri kullandı, sonuçlar birbirine çok yakın çıkınca % 50 joker hakkını da kullandı ve nihayet doğru cevabı buldu: Sazan! (Aynalı sazan gibi atlamak deyimini belli ki hiç duymamıştı.) Çeldiriciler: Hamsi, alabalık, uskumru. İki seçenek arasında kalan seyircilere ne demeli peki?  Şaka mısınız oğlum siz? 

4. soru ise vasıtalarla ilgiliydi. Filika hangi araçta bulunur? 

Hiç tereddüt etmeden, direkt metrobüs dedi ve bu yanlış cevapla yarışmadan çaaat diye elendi. Doğru cevap elbette ki gemi olacaktı. Bu arada diğer çeldiriciler uçak ve otobüstü. Yani, ikisi de birbirinden çelmeyen. 

OMG!!! Filika, bir tür sandaldı. Belli ki daha önce hiç duymamıştı. Tarihteki ünlü Titanik kazasıyla ilgili de bir şey okumamıştı demek ki, bilmiyordu. Bari, hiç değilse 12 oskarlı Titanik filmini izlemiş olsaydı. Oskarları hatrına. İzleseydi, gemideki filikalar sayesinde bu trajik kazanın ardından sayıları az da olsa hayatta kalanlardan ve mucizevi kurtuluş hikâyelerinden haberdar olabilirdi. Ayrıca, belli ki İstanbul’da yaşamasına/üniversite okuyor olmasına rağmen daha önce hiç metrobüs görmemişti ve ilginç bir şekilde hiç metrobüse binmemişti. Hayret! 

Ha, diyeceksin ki şimdi lö okur, heyecan faktörü var. Az insaf, az empati. Hakkın var. Doğru. Evet. Ama belki de hiçbirinizin tanımadığı kadar Z nesli kişisi tanıyorumdur ve yine hiçbirinizin olmadığı kadar Z kuşağı insanı ile içli dışlıyımdır. Empatinin tillahı bendedir belki, destekli konuşuyorumdur! 

Ha, yine diyebilirsin ki; Ey Y kuşağı kişisi Çaylak Yazar!!! Z çocukları sizin kuşaktan daha özgür. Daha bağımsız. Daha birey. Sırf kıskandığın için .ok atıyorsun. Olabilir. Diyebilirsiniz. Herkes her şeyi diyor. Ben de cevaben derim ki: Komik misiniz oolum siz? Hadi ordan! Aslında zaman olarak aramızda çok büyük bir fark yok. Ama bana yine de çok uzak geliyorlar. 

Ha, ya da diyebilirsin ki: Yaw Çaylak, burçlar yetmedi bi de şimdi başımıza bu kuşaklar mı çıktı? Boş ver. İnsanları sınıflandırma. 

Hayır efendim! Biz de genç olduk ama bunlar baya baya gerizekâlı. 

ŞAKA ŞAKA. 

Her kuşak, kendinden bir sonra gelen kuşağı beğenmez. Kural gibi bir şeydir bu. Binlerce yıllık Sümer Tabletleri’nde bile gençlerin gevşekliğinden, saygısızlığından bahsediliyor. 

İşte, tam olarak ‘gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse’lik bi post oldu. 

Sizi seviyorum Z bebeleri, her şeye rağmen! Sakın bana bozulup gücenmeyin. Olanı söylüyorum. E, madem dostuz acı konuşmak hakkım, hem de allahına kadar. 

Tımam mı kankaaaaa! 

Gömdükçe gömdüm.  Azıcık da hakkınızı vereyim bari, değil mi? Şimdiiiii…En takdir ettiğim özelliğiniz hayır demeyi çok iyi biliyor olmanız. Hayır’ı bir tokat gibi vuruyorsunuz her defasında! Çotaaaaaaaa! Şaşırıyorum. İstemediğiniz bir şeyi pat diye söyleyebiliyorsunuz. Ve çok eminsiniz istemediğinizden. İkna olmuyorsunuz. Vallahi bravo! Helâl size! 

Onca yılı hayır diyemeyerek, aman o kırılmasın, aman bu üzülmesin diye diye hebâ etmiş bizim nesil. Yazık. Meğerse bu kadar kolaymış işte. 

Bu posttan Y kuşağı lö okurların çıkarması gereken ders

Sürekli gönül yapmaya çalışınca, kıymetin olmuyormuş. Bazı kavgalar çıkmalı, bazı kalpler kırılmalı, ve bazı insanlar kaybedilmeliymiş. Zamanı geldiğinde. Hiç uzatmadan. 

NOT:  Z nesli için nacizane bir abla tavsiyesi: Daha az video, daha az gamer, daha az youtuber; daha çok kitap, daha çok makale, daha çok ve çeşitli film ve müzik.  Hadi göreyim sizi! Arayı kapatın. 


 


26 Eylül 2021 Pazar

ORTAYA KARIŞIK

Camlar daha geçen gün silinmişti. Başlayan sonbahar yağmurları geldi, içine bir güzel etti, gitti. Yan binadaki hatunlarla azgın bir cam parlatma yarışı içindeyiz. Ondan bu müsabaka havasında anlatış nedenim. Oysa ne tembelim şu günlerde. Ketıl suyu ısıtıp tak diye atıyor ya, gidip onu almaya bile üşeniyorum. Bi daha basıyorum. Yine tak diye atıyor. Yine bişe yapmıyorum. Şimdi bana biri nolur bir fincan çay yapsın, ketıl tak yapar yapmaz. Sevabına. Haa?

Havalar değişme yolunda. Yağmur yağacak tabi, artık yaz bitti. Zamanıdır. Yağmur bu, herkesin de gönlünü yapamaz ki! Nasıl da olgunlukla karşılaşıyorum bu sonbaharı, değil mi? Oysa ki hiç sevmem kendisini. Çünkü arkası kış. En az sevdiğim. Sıralamada sonuncu. Napim, beğensem de beğenmesem de takılıyorum! Bi Şeyma Subaşı değilim ki tüm kışı Miami’de güneşlenerek geçireyim! Allah’ım, filozof günümdeyim. Bıraksalar rahat 3 saat saçmalayabilirim. Teoriler ve komplo teorileri ile Soner Yalçın’ı bile sollayabilirim! Hem size bir şey söyleyeyim mi? Ben yağmurda şemsiyesiz yürümeyi hiç sevmem! Yalan mı atıyım yani şimdi? Ben şemsiye alırsam yağmur yağmaz. Yağmurun yağacağı tutunca da asla şemsiyem olmaz! Bazen insanın hep ters giden noktası vardır ya hani; yağmur ve şemsiye öyledir benim için. Belki bu yüzden de sevmiyorum sonbaharı. Yani, bu da bir neden. Ha bi de, yağmurlu havalarda, yağmurla birlikte üstüne çamur sıçratan hırt sürücüler vardır hani! Çokça! Yağmurda yürümeyi ondan da sevmiyorum! Alla’mmm, ne yağmur muhabbeti yaptım ama! 

Dinlemek lazım. Hep konuş konuş nereye kadar. İnsan her haltı bilemiyor. İllâ ki ondan daha iyi bilenler oluyor. O zaman onları dinlemek farz oluyor. Ondan sebep, bir süredir az konuşup çok dinliyorum. Sonra da dönüp kendimi dinliyorum. Sonra iç sesime acayip gıcık olup, bu defa da onu susturmak için bol bol müzik dinliyorum. Spotify’a aylık ödediğim her bir kuruşun hakkını veriyorum, içim çok rahat! Helâl-i hoş olsun valla. 

Bu ara mesaj attıktan sonra, mesajım geldi mi diye soran insanları anlamaya çalışıyorum. Bal gibi de biliyorsun alıp almadığımı. Yalan da atamıyorum ağız tadıyla! Aaaa! Mesajını almadım! diyemiyorum tabi! Mavi tik/okundu belâsı hepimizin başında.  

Herhalde ben kahve içemiyorum. Artık hatayı kendimde arar oldum. Milletin falında yollar mollar çıkar. Yahu, benimkinde içinde ne var ne yoksa şak diye tabağa dökülüyor. Bişeler çıksa belki ben de moda gircem! Ama yok! Yok, aslında falla pek işim olmaz. Ona da inanmıyorum. İnansam nolcak ki, fincan ortada! 3 vakte kadar denecek kadar bile bi ipucu yok! 

Arabalarının arkasına hâlâ ve hâlâ mezun oldukları üniversitenin stikırını yapıştıran insanlara burdan el sallıyorum. Bu stikırlardan yola çıkıp bir istatistik çıkarsam memleketin yarısının Harvard mezunu olması gerekiyor. Bunun dışında arabanın arka ve yan camına, yaptığı aktivite-sporun stikırını yapıştıran geniş bir kitle de var. Yabana atılmasın. Scuba diving stikırı, bak ben ata biniyorum riding stikırı. Burdan da bi yüzdeye vurdursak, memleketin yarısı bu sporlarla iştigal ediyor diyebiliriz. Ulan biriniz de delikanlı gibi çıkıp her haftasonu halı saha maçında kaleci oluyorum diye yazsanıza! Yalancılar! Ha bir de, arabanın camına instagram adresi stikırını yapıştıran, tofaşçı abiler var! Bence en harbisi onlar! En sahicisi! Adam neyse o, delikanlı gibi!  Mış mış mış da, muş muş muş değil!  Aç profile bak, tam Tofaş kafası. Dürüstlüklerinden ötürü, bu abilere çok saygı duyuyorum!

Bana dönem dönem gelen ‘sağlıklı beslenmeliyim!’ataklarından biriyle daha karşı karşıyayım. Dün Migros’ta indirime giren Nutella’yı pas geçtiğim için kendimle gurur duyuyorum. Kek yapıp, onu zayıflama çayıyla birlikte yiyen bir tiptim oysa ben! Kocaman kaşarlı pidenin yanında içilen diyet kola kadar anlamsız! Ha, hâlâ pisboğazım, o ayrı konu! Pringles görünce gözlerim yuvalarından fırlıyor. Domino’s Pizza’nın ‘bol malzemos’u unu duyunca kan basıncım yükseliyor. Hele künefe! Offf! Allahına kurban! Ama yine de durduruyorum kendimi bir şekilde, tadımlık alıp bırakabiliyorum. Aktar aktar fink atmaya devam ediyorum. Sabahların sultanı Seda ablamız, güzelliğimi her sabah yediğim 2 kuru gayısıya borçluyum deyince, gidip kuru kayısı bile aldım! -ki hiç sevmem, ne yaş ne de kuru! Bi de kuru üzüm! İfrit olurum! Hani kuruyemişin içine de koyarlar. Badem ararken elime gelir hep. Hep beni bulur anasını satiiim! Neyse. Koca bir yaz fit gezdim, fit gezmeye devam! 

Canlar, yürekler! Çok sevdiğim lö okurlar! Alayınıza yanaktan saldırır, boş enseyi de asla es geçmem ama! Bu bir sevgi gösterisi! Hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum! Bu ay tam 876 kere okunmuşum! Vay be! Nerdeyse şımarcam! 

Çok çok öpücük! Kiss yaaa! 


4 Eylül 2021 Cumartesi

BİŞİ DİYCEEM

Bilenler bilir, Sex and the City, 1998-2004 yılları arasında yayınlanan, aldığı Emmy ve Altın Küre ödüllerinin yanı sıra, popüler kültüre yaptığı etkilerle çoktan kült mertebesine ulaşmış olan bir dizi. New York’un dünya çapında bir alış veriş merkezi olmasında hiç kuşkusuz epeyce bi tuzu olan, giyilen her kıyafet ve kullanılan her aksesuarın piyasaya çıktığı an tüketildiği, çekim yapılan mekânların ikonikleştiği bir kült hem de. 

New York’ta yaşayan 30’lu yaşlarda dört kadının hayat, arkadaşlık, aşk, ilişkiler ve cinsellik üzerine deneyimlerini esprili bir dille anlatan bu 6 sezonluk efsane dizi, bir de arka fonda asla uyumayan şehir New York ile birleşince, ortaya çıkan başarı hiç kimseyi şaşırtmamıştı. 

2010 kışında New York’a masum bir köylü olarak ilk gidişimde, aklımdaki tek şey dizinin çekildiği mekânları canlı canlı görecek olmanın sevinciydi. Çünkü gerçek anlamda New York’u ilk onlarla görmüş, ilk onlarla sevmiştim. Sezon sezon, sahne sahne dizinin çekildiği her bir yere her ayak bastığımda, bin atlı akınlardaki çocuklar gibi şendim!

Üstünden yıllar geçmesine, her bir sezonu en az 10 kere izlemiş ve nerdeyse tüm repliklerine kadar ezbere biliyor olmama rağmen, bazen yine arada açar izlerim rastgele bir bölümünü. Hemen neşelendirir beni. Modumu yükseltir. Nostalji yaşatır. Hüzünlendirdiği de olur bazen bu yüzden. 

Harika ötesi bir dizi mi? Değil. Ama kadınları, alışılagelmiş üzere sadece modadan ve güzellikten anlayan prensesler olarak göstermediği için takdire şayan. 

Ekonomik özgürlüğünü kazanmış ve ayakları yere güçlü basan kadın figürleriyle ilham verici. 

Her biri farklı kişilik özelliklerine sahip dört ana kadın karakter üzerinden yürüyen hikayesiyle hayatın içinden. 

Toplumsal kalıpları kadın- erkek ilişkileri üzerinden sorguladığı için, yayınlandığı yılları düşünecek olursak, zamanının çok ötesinde. 

Aşklar, ayrılıklar, hastalıklar, ölümler, bitişler ve yeni başlangıçlar… Bu yüzden, hoş ve eğlenceli bir 25 dk.’yı garantilediğini düşünüyorum. 

En sevdiğim repliklerden biriyse şu:

After all, seasons change, so do cities; people come into your life and people go. But it’s comforting to know that the ones you love are always in your heart. And if you are very lucky, a plane ride away

2008’de ve 2010’da dizinin devamı niteliğinde çekilen Sex and the City I ve Sex and the City II filmleriyle birlikte, hikâye artık başka bir yola verilmişti. Çünkü artık yaş alan ve 40’lı yaşlarına gelmiş kadın karakterler için başka türlü akıyordu hayat. Yaş, değişimi getiriyordu.. Yaşlanmak böyle bir şeydi. Yani değişmek. Hem fiziksel, hem ruhsal olarak. Kaçınılmazdı bu.

Yani başka bir deyişle, başka bir sevdiğim replikte geçtiği gibi: 

They say nothing lasts forever. Dreams change, trends come and go, but friendships never go out of style. 

HBO Max, bir döneme damgasını vurmuş, bu efsane diziyi geri getirmeyi planladığını tâ geçen kıştan duyurdu. Devam dizisi, Sex and the City ismiyle değil deyeni bir adla; And Just Like That olarak çekilmeye geçen Nisan’da başlandı bile. Şimdilik sadece 10 bölüm olarak çekileceği duyuruldu. Sonrası kısmet. 

Sarah Jessica Parker (Carrie), Kristin Davis (Charlotte) ve Cyntia Nixon (Miranda) yeni dizide var olmaya devam ederken, Kim Catrall (Samantha) beklendiği üzere yeni projeye katılmak istemedi. 

Çünkü diğer 3 hatunla, bilhassa da başrol oyuncusu Sarah Jessica Parker ile arası limonu. O yüzden, diziyi zamanında çok sevmiş, bağrına basmış her izleyici gibi ben de biraz buruldum. Hikâye çok eksik kalacak onsuz. Harika bir renkti hiç kuşkusuz. Bakalım hikâyede bu karakterin akıbeti nasıl olacak, nasıl kitabına uyduracaklar? Görüciiiiz. 

Çekimler başladığından beri, sette oyuncuların giydiği birbirinden nadide parçaları/aksesuarları çok büyük bir heyecanla takip ediyorum. Resmen içimin yağları eriyor. O derece. Mest oluyorum. Jest oluyorum. 








Ancaaak… Aynı zamanda yıllar içinde, bir ölümlü olmanın doğal sonucu olarak yaşlanarak, 50’li yaşlarına çoktan gelmiş: saçları ağarmış, cildi kırışmış, memeleri yer çekimine yenik düşüp haliyle dizine inmiş celebrity kardeşlerime, yaş almış olmaları üzerinden yapılan çok çirkin yorumlara da sık sık rastlıyor olmak beni adeta çileden çıkarıyor. Deliriyorum! 

Herkes bi Jennifer Lopez değil ki; 52 yaşında olmasına rağmen taş gibi olsun! Bir kere gerçekçi değil! Etrafımızda kaç tane 52 yaşında ama JLO gibi görünen hatun var, bir düşünelim! Ayrıca olmak zorunda da değil ki! Hepimizin yaşlanmaya ve yaşını göstermeye hakkı var. Doğanın kanunu bu!

İnsanlar, bilhassa kadınlar, gri saçları ve saklamadıkları yüz çizgileriyle dizide boy gösteren ana kadın karakterlere öyle acımasızca saldırıyorlar ki klavye başında, öyle demediklerini bırakmıyorlar ki, hayretler içinde kalıyorum!

Bir kadının başına gelebilecek en kötü şey yaşlanmak ya çünkü! 

Müthiş bir aşağılama ve ötekileştirme var oyunculara karşı! Sırf yaşlarını saklamıyorlar, utanmadan yaşlarını gösteriyorlar diye!

Beyaz saçını boyamıyor musun? Yüzünü botokslamıyor musun! Nassıııı yanieaaa? 


Daha da açacak olursak; 

*Utan utan yaşını gösteriyorsun! 

*Bir de Hollywood yıldızı geçiniyorsun. Bu ne hâl? 

*Neneme dönmüşsün! 

*Yaşından başından utan! 

*Portakallar suyunu çekeli çok olmuş abla! Kapat kapat!

*Bi saç boyası kaç liraya bakar? Rüküş! Bizimle deyılsın! 

*Menapoz teyzeler sizi! 

* Bu yaşta nasıl bi özgüven bu ablacım! Resmen göz zevkimi bozuyorsun! 

*Para sende, şöhret sende, imkân sende! Yazıklar olsun! 

*Artık bi çekilin ya, gençlere yol verin. Kocamışsınız! .ötüme dönmüşsünüz! Bi ayağınız çukurda. Ahiretlerinizi yapın gayrı. 

Bu ve benzeri yorumları okurken çok utanıyorum! Çok üzülüyorum! Çok kızıyorum! 

Kimbilir bu şiddete maruz kalan oyuncular nasıl hissediyor? 

50’lerinde ve yaşını göstermeyi tercih eden kadınlara ekranda resmen kimsenin tahammülü yok! 

Yanlış! Çok yanlış! Nasıl yaşını gösterirsin? Nasıl hem 50 yaşında olup hem de 50 gösterirsin! Hadsiz! 

Öl sen öl, oluyorsun. Hemen hacenne damgası yiyorsun. Zavallı yaşlı kadıncağız oluyorsun. 

YAŞ-LAN-DIN! Artık bir işe yaramazsın, ıskartaya çıkıyorsun! Git, gençlere yol aç. Emekli ol artık. 

50 yaşındasın! 50! 50! Yuhhhh! Bırak bu işi. 

Bittin sen! 50’sinde bir kadın bitmiş demek ya! 

Peki ya erkekler? Ahhh! Onlar hâlâ seksi! Kaç yaşına gelirse gelsin! Çekiciiiii. Çoook daha yakışıklı! Erkeğin olgunu mâkbul! Yaşlı kurt! Her türlü gideri var! Erkek adamın yaşı olmaz! Erkek yaşlanmaz! Erkekte yaş aranmaz! 

Ekranda 50’lilerinde olmalarına rağmen hâlâ küpünü doldurmaya devam eden pek çok erkek oyuncu var! Kimse onlara ‘dedem yaşında laaaa!’ demiyor. 

Sarah Jessica Parker’ı yerden yere vuran takipçi kitlesi, onunla beraber yaşlanan Mr Big’e ise iltimas geçiyor. Bi gıdım belden aşağı vurmak yok! Ağızlarını bile açmıyorlar! Yaw, Big efendiiii! Sen de kadayıf olmuşsun! diyen bi allahın kuluna rastlamadım! 

Bu nasıl bir cinsiyet ayrımcılığı! Bu nasıl bir çifte standart! Kudurmamak elde değil! 

Şimdi kulağınızı açıp beni iyi dinleyin lütfen; zirâ diyeceklerim var, hem de feministik bi aproooçla! 

Feminist damarlarımı kabarttınız çünkü! 

*Kadınlar  YAŞLANIR ve bu GÜZELdir. 

*Kadın vücudu yıllar içinde DEĞİŞİR ve bu NORMALdir. 

*Kadınlar saçlarını BEYAZ bırakabilir ve bu DOĞALdır. 

*Kadınların cildi KIRIŞIR ve bunda anormal bir durum yoktur.

*Kadınlar ŞİŞMANLAYABİLİR ve bu da NORMALdir. 

*Kadınların her ay ADET döngüleri vardır ve bu ayıp değildir. 

*Kadınlar TERLEYEBİLİR ve bu bir sağlık göstergesidir! 

*Kadınlar da SIÇAR ve kakaları PEMBE değildir! 

KADINLARDAN ELİNİZİ/DİLİNİZİ SONSUZA KADAR ÇEKİN ARTIK! 



3 Ağustos 2021 Salı

BANA, SANA, BİZE!!!

>>>>

MERO-Olabilir

Olabilir. Evet. Olamaz mı yani? Neden olmasın? 

Bak, hiç yapmadığım bir şeydi bu daha önce, yani yeni posta şarkıyla başlamak. Bitirirken, evet! Adetimdir. Ama başlarken? Bir ilk. Hadi bismillaaah! 

Ama öyle kötü zamanlardan geçiyoruz ki, kafamın içi öyle büyük bir kazan ki; ateşler içinde, kayna allah kayna ki: bu post da ters düz oldu! İdare ediverin. Şarkıyla bitirmiyor, şarkıyla başlıyorum! Ama ne şarkı! Offf! 

Ne düşüneceğimi bilemez bir haldeyim. Kendimi hiç bu kadar aciz hissetmemiştim. 

Manavgat

Güzel memleketim acayip sakata gelmiş durumda. Bir haftayı aşkın süredir batı ve güney sahillerindeki nerdeyse tüm ormanlarımız alev alev yanıyor ve halen tam olarak kontrol altına alınabilmiş değil. Elimizde kendi yangın söndürme uçağımız dâhi yok. Şaka gibi. Eşek şakası hatta. Ama maalesef değil. Malesef doğru. Ağacına ayrı, hayvanına ayrı, insanına ayrı üzülmekten dağılmış durumdayım. Gençliğimiz yandı. Kül oluyor geleceğimiz. 

Burda Antalya’da, üzerimize resmen kül yağıyor. Denize kurum yağıyor. Havada her daim keskin bir duman kokusu var. Göz gözü duman… Halk perişan. Asla uzaktan göründüğü gibi değil. Batı sahilleri, cânım Marmaris ve Bodrum da burdan farklı değildir. 200 yıllık kızıl çamlar! Yüzlerce yıllık zeytinler! Hayvanlar, tarım arazileri, köyler, köylüler, çiftçiler! Yanıp kül oldular! 

Bu sabotajı/katliamı yapanları lanetliyorum! Yazıklar olsun yapana/yaptırana/engel olmayana! Yeşili, doğayı, doğallığı mahveden kişileri olmamış insan kabul ediyorum. Yeşili korumak tarihi korumaktır! Doğayı korumak medeniyettir! Bunu başaramayanlar utanmalı. Kimse çıkıp biz büyük ülkeyiz demesin! Sorumlulardan hesap sormadıkça biz bu acıları ve daha nicelerini tekrar tekrar yaşamak zorunda kalacağız. Bu doğa katliamına biz daha ne zaman DUR! diyeceğiz? 

Geçmiş olsun cânım ülkem! 

Allah bu yangınları söndürmek için canla başla çalışan herkesten binlerce kez razı olsun! 

Kuzeyde de sel felaketi var. Evlerini, mallarını ve sevdiklerini kaybeden insanların hikâyeleri yüreğimi dağlıyor. 

Doğuda güzel ülkeme elini kolunu sallaya sallaya giren binlerce Afgan mültecinin görüntülerini izlemek ise tüylerimi ürpertiyor. Sınırı koruyan bir güvenliğimiz yok mu bizim? Ne günlere kaldık! 

Mutlaka bir aile içi cinnet/ katliam 

ve

/

veya 

kadın/çocuk istismarı ve cinayeti haberi ise nerdeyse hemen her günün manşeti! Sanki Allah’ın emri! Olmazsa olmuyor! 

İyi günlerde değiliz. Hem de hiç. 

Allah sonumuzu hayreyleye… İşimiz gerçekten Allah’lık!

Ne yani? Bu kadar korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var? 

Elimden malesef hiç bir şey gelmiyor ve bu güzel topraklarda, bu ülkenin güzel insanlarıyla bu sıkıntıları yaşamak zorunda kalıyor olmak beni çok çok yaralıyor.

Bu coğrafyada, bir şekilde sakata gelmeden bugünü görebildiğim için kendimi nerdeyse şanslı adlediyorum. Bu yaşa kadar valla iyi gelmişim. İyi yaşamışım. Buna sevinsem mi yoksa kahır mı olsam, bilemiyorum. 

Ondan sebep; 

… bana, sana, bize bir şey olabilir derken Mero, valla çok haklı. Her an her şey oluyor. Olabilir. Hiçbirimizin, hiçbir şeyin garantisi yok. Adam derin laf etmiş. İnce görmüş. 

Peki, Mero denen bu eleman;

1. Hiç düşünür müydü bu içinde bulunduğumuz karanlık günlerde bu şarkıyla bana yoldaş olacağını? Hadi onu bırak, ben düşünür müydüm bunu?

2. Benim ateşi harlı, ha bire fokur fokur kaynayan kafamı, ne düşündüğünü bile bilmeyen bu doluluğun içini, bu rapin en arabesk hali şarkıyla dolduracağını hiç hesap etmiş miydi? Ya ben? Hiç öngörebileceğim bişe miydi bu? 

3. Acı vatan Alamanya’da yaşadığı alternatif acıları, yokluğu ve yoksulluğu bu şarkıyla notalara dökerken, benim, bu şarkıyı, bu günlerde ülkece yaşadığımız bunca acının ve kaybın fon müziği olarak tekrar ve tekrar dinleyebileceğimi bilebilir miydi? Bilemez. Nerden bilsin? Ben bile hayretler içerisindeyim. 

Açıkçası, normal şartlarda hiç şansı yoktu Mero’nun. Olacak şey değildi Mero’ya kalbimde bir yer açmak… playlistimde dönüp duran bu şarkısını dilime dolamak. 

….18 yaşında altında Mercedes, rakipleri onu hiç yenemez…

Ama şarkısı bu günlerdeki iç sesimi bastırmama, kafa/kalp karışıklığıma, çaresizliğime, öfke nöbetlerime bir şekilde iyi geldi. İyi geliyor. Bir şekilde.

…bugünün yarını olabilir ama kimse bana sözünü veremez

Neden bir ‘Norveç değiliz?’ den; çok şükür bi ‘Somali değiliz!’ e uzanan on yıllardır, her ne kadar Avrupa Birliği’ne girmeye çalışsak da, kalbimiz de ruhumuz da arabesk! Ortadoğuluyuz en nihayetinde! Kimi kandırıyoruz? İşte bizi tüketen de bu arabesk zihniyet değil mi? 

…şükür ederim rabbime, silâhım var bile, sıkarım kalbine!

O yüzden belki de Mero’ya duyduğum bu sempati. Onda acılarımızı, yokluğumuzu, yoksulluğumuzu buluyorum. 

…. bedelini ödedik içimiz yana yana…

…bile bile bırakır adama kana kana…

…Mero yine vurur damara…

Ah be Mero! Yanık sesine kurban! 

Bir şeyler ne kadar kötüye giderse gitsin, yine iyi günler gelecektir sevgili okur! Umut etmek istiyorum

Hayat değişir

Hayat bir ilerleyiştir

Her şey vaktini bekler

‘Bugünkü aklım olsa dün yaptıklarımı yapmazdım’ boş bir önermedir. Çünkü dün yaptıklarımızı yapmasaydık bugünkü aklımız olmazdı Mero gardaaaş! 

Ondan sebep; 

Ne olacaksa olsun artık. 

Sana, bana, bize bir şey olmadan! 

Bak, ölüm var! 

Pişşşt! Hey, sen! Evet, evet! Sana söylüyorum laaa!

Sen! Yabancıların en yakını! 

Hâlâ neyi bekliyoruz? 

Belki bir gün konuşuruz. Uzun uzun. 


26 Temmuz 2021 Pazartesi

GAYET AKLIEVVEL Bİ POSTİNGEN

Günaydın lö millet! 

Aslında çok erken başlayan bi gün bugün. Afyonum patlasın diye yapmadığım aktivite kalmadı. Paragliding’den tut da, scuba diving’e, işte ordan efendime söliim, sürat teknesiyle açılıp tenha bi koyda takılmaya ve devamında çamur banyosuna, dönüşte aquaparkta cozutmaya kadar, filan fıstık… Üstelik bu daha sadece bugünün aksiyonu. Düşünün! 

Ahahahaaa! Daha sinir bozucu olamazdım, di mi? Heehee! Özellikle de şu an çalışmak zorunda olanlar, hâlâ izne çıkamayanlar ya da yaz okuluna kalanlar için. ŞAKA ŞAKA! Uyanıp sahilde kahve içtim, biraz kitap okudum. Biraz yüzdüm. Hepsi bu. Kafayı yiyeceğiniz bi durum yok yani. 

Bugünün aksiyonu bambaşka aslında. Adrenalin tavan bir sabah geçirdim. Patlamak tam karşılamıyor, afyonum infilâk etti diyelim şuna. Sürpriz sonlu bi post bu!

Bi zahmet sonuna kadar okuyun! O-ku-yun pliiiiis!

Nassınıız?

Şu son üç haftadır, öyle güzel şeyler gördü ki bu gözler, hiç retinamdan silinip gitsinler istemiyorum. 

Tangalı Dayı

Sapıtma Tabağı

Yelkene evet!

Aşk her yerde

Pozitif enerji fışkırdığım bugün, epeydir soğuk yaptığım bloguma bi post patlatayım, size bi selam çakayım dedim. Şimdilik iyi ve güssel bi güne benziyo, ha? Ne dersiniz?  Şimdilik diyorum çünkü buna ‘gün’ demişler. Ne edeceği belli olmaz. Yanağın en dombili tarafından makas da alabilir, çelme de atabilir. Ben sizin için söylüyorum gerçi. Çünkü benim tatilde geçen her günüm birbirinden iliko del mingo! Ahan da türlü çeşit görsellerde gördüğünüz gibi, yaşıyorum bu hayatı. 


Palmiye varsa hayat var!

Tutmayın beni!

Begonvil

‘Ne de uzuuum gittin beeaa yaa! Bu kadar tatil mi olur? Bu değirmenin suyu nerden geliyo lö çaylak?’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet evet! Diyenler olmuş. Taa kulağıma kadar geldi bak! Dert olmuş bazılarına bu benim izin günlerim. Batmış! 

Anlamadım. Size ne oolum! Sizin cebinizden ya da izninizden harcamıyorum ya! Bi sakin olun. Hasedi fesadı bi kenara bırakın. Şu nefsinize bi dur diyin artık ya! Yoksa burdan ilk uçakla İbiza’ya gitmem, ordan da canım sıkılınca St.Tropez’e ve akabinde Capri’ye akmam an meselesi. Tesadüfe bakın ki JLO’ciğim de oralarda takılıyormuş şu an. Gitmişken bi imza veririm artık kadına. Bi-iki fotoğraf çekiliriz belki. Bu defa kırmıycam artık. Kaçtır oralı olmadım. Tövbe tövbe! Benim kafamın tasını attırmayın! Siz lütfen üzerinize alınmayın. O fitne fücurlar kendini çok iyi biliyo! 

No Kıskançlık Yes Huzur.

Yok yok, Acun’la işi pişirmedim. Tipim değil bi kere. Bi de adam 18’lik çıtır meraklısı. Beni napsın? Eeee,  gömü filan da bulmadım. Allah hâlâ yürü ya kulum demiş değil. Bir gün diyecek mi acep? Bekliyorum. Peki, o zaman? Haklısınız. Geriye bi mirasa konmak kaldı. Ama o da diil. Bizim sülale genelde bi şekilde mürekkep yalamış tayfa, bordro oğlu bordrolu, beyaz yakalı. O yüzden de hepsi cıbır maalesef. Şöööle bi altın saatli/ mersolu müteahhit bi dedem hiç olmadı. Bari Euro zengini Alamanya’dan emekli bi amcam olaydı- ki tatillerde bi München yapıp geleydim. Yok oğlu yok. 

Şans oyunlarıyla da aram olmadığına göre… E, o zaman?

Bu tatili bozdurduğum bitcoinlerime borçluyum desem? Kışın çalıştım, yazın da çattır çattır yemek hakkım desem? Yok, o da mı yemedi? Yemez. Etim budum belli tabi sonuçta. Maaşlı bir insanım. 

Baksanıza, ölen ölene! Gence yaşlısına bakmıyor. Öleceksem de bu kutsal topraklarda öleyim bari dedim. Borç harç, kalktım geldim işte. Nazar edecek bi durum yok yani! Tüh gözünüze!

‘Atın beni denizlereeee! Yalan dünya size kalsın!’ dedim.

Bu yıl biraz suyunu çıkardım, doğru ama geçen yaz tatile gidememiştim Covid korkusuna. Bu uzatmaları ona sayın! 

Bu uzun gölgeyi boyun mu sandın?

Olimpos

Olimpos

Olimpos

Olimpos’a ilk kez düştü yolum.  Neden bunca zamandır gelmemişim buralara dedirtti. ‘Keşke’ ile başlayan bir sürü cümle kurdurttu. Bi efsaneye göre Tanrı uzun ömürlü olmasını istediği kullarını Olimpos’a gönderirmiş. Öyle bi cennet. Bir tarafın dağ ve beraberinde orman, diğer tarafın deniz.. Adamlar ne hayatlar yaşamış. Sonuçta uzun da yaşasalar, hepsi ölmüş. Ölümlüyüz, malum. İyi ki ölüm var, orda eşitleniyoruz bari. Oh be! Düşünsenize bir de biz ölürken bu herifçioğullarının dünyaya kazık çaktığını. Ancaaak, yine de denk değiliz.  Çünkü onlar dolu dolu yaşamış da ölmüş, biz ise bi halt yaşamadan ölmüş olacağız. Bunun ayrımına daha bi iyi vardığım bir gezi oldu bu. Öyle güzel bi yer!  

Çıralı sahili de inanılmaz. Doğal. Hiç bozulmamış. Hayret. Kumluca sahil boyu ve Adrasan Koyu muhteşem. Civardaki adalar ise birbirinden büyüleyici yerler. Bir akvaryumu andıran berrak deniziyle en güzel hatıralarımın arasında çoktan yerlerini aldılar bile. Peki ya Simena? Ah Simena… Belki de adaların en güzeli. Kalan ömrümü bi lokma, bi hırka orda geçirmeye çoktaaaan razıyım. Nereyi imzalamam lâzım? 

Kaleköy


Simena Adası

Akdeniz açıkları

Hurma adası

Akdeniz açıkları

Adrasan Koyu

Suluada 

Simena Adası

Simena Adası

Adı geçen yerlerin hepsi hâlen doğallığını koruduğu için konfor alanınızdan bi hayli uzak gelebilir. Genelde bungalov tarzında pansiyonlar var. Çok çok basic. Bir de kamp alanı var tabi. Merâklılarına. 

Dürüst olmak gerekirse, çok sefildi. Zordu. Yorucuydu. İnsan belli bi yaştan sonra illâ ki konfor arıyor. Özellikle de hippie-bohem tarz değil de, plaza kadını çizgisine daha yakın, benim gibi süsüne püsüne düşkün hatunlar için. 18’lik üniversiteli yıllarımda değilim ki her yola geleyim. O yüzden 4 günlük Olimpos/Çıralı/Kumluca/Adrasan tecrübesinin ardından gelen otelde konaklama resmen taş devrinden 21. yüzyıla ışınlanmak gibiydi. İlâç ilâç! Sanki El Hamra Sarayı’na gelmiş gibi hissettim onca yokluktan sonra. Vahşi doğa iyi güzel de otel tatilinin gözünü seveyim. Yaşasın medeniyet! 

Medeniyet!

Gerçi, bu sabah yaşadığım aksiyonun vahşi doğadan nispeten uzak, bu medeni mıntıkada yaşanmış olması çok ironik. Ne mi oldu? Sürpriz sonlu dedik ya! Elbette bu şenlikli detayı anlatmadan bu postu bitirmiceem. Okumaya devam bi zahmet! O-ku-ma-ya de-vam! 

Sabah erkenden uyanma ritüelim bi türlü değişemedi. Bütün bi akademik yıl boyunca 06:30’da uyanmaya alışan bünyem, rutine devam etmekte ısrarlı. Akşam kaçta yatarsam yatayım, sabahın köründe dikiliyorum. Ve sahile gidiyorum. Bu sabah da öyle oldu. Erken gidip bi deniz havası alayım dedim. Çok sakin oluyor, kimseler olmuyor o saatlerde. Missss. 

Bu yıl otel denize sıfır değil, şöyle bi 300 metre kadar yürüyorsun, belki biraz daha fazla. Kulağımda sevdiğim müzikler, sırtımda incecik bir elbise, ayağımda şöpidik terlikler… ‘Allah’ım daha mutlu olamam!’ diyerekten sahile doğru yürürken, uzaktan gelen bi köpek havlaması sesiyle duraksadım. Önce dedim ki, köpektir havlar. Tınlamadım. Yürümeye devam ettim ağır aheste. Sonra başka köpek havlamaları da bir öncekine karışıp, sesler yakınlaşmaya başlamasın mı! Tansiyon birden yükseldi. Kulağımda o an bi ses: Yusuf yısuf! Noluyo deyip, arkamı dönmemle birlikte kalabalık bir köpek sürüsünün yolun başından bana doğru Allah yarattı demeden son sürat depara kalktığını gördüm. Allah’ım! Dehşet bir andı. Bildiğin kabus! Karabasan!

Etrafa bakındım hemen. Ağaç bulsam çıkıcam ama ne gezer! Sadece palmiye ağaçları, begonviller ve çalılıklar var. Durup beklesem, ıııhhıhhh çünkü çok kalabalıklar. Bildiğin it sürüsü! En az 5-6 tanesini o an panikle sayabildim. Bense yalnızım ve etrafta ne bir ademoğlu ne de seyir halinde tek bir vasıta var! İn cin, it sürüsü ve bir de ben varım ortalıkta. Hepsi bu. 

Eee, bu it sürüsünün insafına sığınamazdım tabi! Bir şeyler yapmalıydım. Normalde köpekten korkmamama rağmen, başladım koşmaya. Ama ne koşma! Koş koş! Ben önde, onlar arkamda. Ancak onların 4 ayağı varken, benim sadece 2! Eee, haliyle arayı hemen kapattılar! Koşarken yolda güneş gözlüğümü, çantamı ve kulaklığımı da düşürdüm tabi!

Bi 200 metre sürmüş olmalı bu kaçış, ama sanki 200 km koşmuş gibi yoruldum salgıladığım dehşet-i vahşet adrenalin sayesinde! Nabız sanki o anâ kadar hep sıfırlarda dolanmış da, hep bu elektro şok anını beklemiş gibi! Öyle bir panik! Resmen yaşadığımı ve bir ölümlü olduğumu daha bi iyi anladığım o saniyelerde, Olimpos, krallar, tanrılar filân, hepsi solda sıfır kaldı! Bildiğim camileri saymaya başladım! Süleymaniye, Selimiye, Ayasofya derken…Ana caddeye inmişim. 

Haasssss!Yan tarafta bi market var ama kapalı, karşısı sahil ama daha mesafe var, başka başka oteller var…. Ve büyük Allah’ın büyüklüğünden karşı kaldırımda yürümekte olan 2 tane ademoğlu var! Yok yok! Düzeltiyorum. Düz ademoğlu olamaz; olsa olsa 2 tane Hızır Aleyhisselam’dı onlar! Başkası olamaz. İmdadıma nasıl da yetiştiler! Yanlarına ışınlandım! Kutsal bir el beni o an alıp, onların yanına koydu adeta. Hz. Fatma’nın eli olabilir bana elveren o el acaba.  Neden olmasın? Gerçi o el bereket sembolüydü, di mi? Ömrüme bereket anlamında olabilir ancak. O demeye it sürüsü arkamdan yola dökülmesin mi? 5-6 sn. fark atmayı başarmışım pire torbalarına! Aferin bana! Süreyya Ayhan’ı silmişim resmen! 

Adamlardan biri köpeklere doğru yürüyüp onları dağıtmaya çalıştı, diğeri benimle kaldı. Korkudan kalp krizi geçirmek üzere olduğum için kollarını sıvayıp, ilk yardıma girişecekti nerdeyse. O sırada it sürüsü sabah koşusuna çıkan bir erkek turistin arkasına takılmasın mı! Bizi unuttular! Bir süre de onu kovaladılar. Adam canını zor kurtardı ya da kurtaramadı. Bilmiyorum. Çünkü başka bir ara sokağa dalıp, gözden kayboldular. O aralıkta tam 9 tanesini saydım! Yaptığım bir iyilik karşılık gelmiş olmalı. Ya da verdiğim bir sadaka! Baya baya ucuz yırttım!

O arada köpekler uzaklaşınca, onları dağıtmaya giden adam da caddeye indiğim yokuşu tırmanıp, yola saçılan eşyalarımı geri getirdi sağolsun! Benim dizlerin bağı çözülmüştü çünkü. Yürüyemedim bir süre. Civar otellerden birinin çalışanıymış ikisi de.. Ama artık benim hayatımı kurtaran ilâhi figürler olarak bu postla beraber tarihe geçtiler! Resmen ayaklarına kapanıp teşekkür ettim.

Sonrasında gittim sahile, deriiiiin bi soluk aldım. Dedim ki: al sana deniz! Doy anasını satiiiim! Sonra it sürüsüne bi araba küfür ettim! Sonra sonra başımı yukarı çevirip, Allah’ıma bolca şükrettim. En son da kulağımda sevdiğim müzikler, sahilde bi güzel dans ettim! Yürüdüm ve bu fotoğrafları çektim. Eee napim? Olan olmuştu artık. 

Lö çaylak inşaat ltd.şti.

Günebakan

Yani, bu ahir ömrümde sokak köpeği sürüsü tarafından kovalanmak da varmış kaderde! Üstelik Allah’ın dağı Olimpos’da değil, medeniyetin göbeği Side’de!  Totoyu kurtardım bu defalık! Hadi geçmiş olsun! Bu kabartma tozunu üzerime silkeleyen Yaradan’a şükürler olsun! Lö şükran ey güzel Allah’ım! Tüm kalbimle lö şükran hemi de!

Sağlığa, aşka ve güzel günlere! 

Niyahhh! Başka ne dicektim? 

Görüşmeyeli ne dinledim- izledim- ne çok hoşuma gitti biliyor musunuz? Hayır bilmiyorsunuz. Şimdi öğreneceksiniz. 

Mekânlarda çalmaz. Öyle herkesler bilmez bu şarkıyı. Böyle ipdis ipdis melodiye bu kadar hüzünlü sözler yazmak kolay değildir. Herkesin harcı, hiç değil. Yolunuz onlara düşmüşse, işiniz zordur. Allah yardımcınız olsundur. Öyle damar bi şarkı. Belki de dünyanın en güzel şarkısı. Burda yeniden dolandı dilimde. Yıllarca dinlesem bıkmam, bıkmadım. 

>>>>

DAFT PUNK- Instant Crush 




Güzel kafalara!

Gelelim bu aralar ne izlediğime. Animasyon sevenlere + 5 puan güzellik; S O U L!

Konusu ve anlatımı çok farklı. Hayattan ne beklediğimiz, bizi neyin mutlu edebileceğine dair güzel mesajlar içeren, çok kaliteli bir yapım. Anın tadını çıkarmayı öğütleyen, umut dolu bir film. Huzur doldum. Mizahı da çok başarılı. Çok sevdim. New York’u izlemek ayrı keyifliydi İzlemediyseniz, benim gibi gecikenlerdenseniz, ilk fırsatta izleyin. Harika! Boşuna ‘oscar’ı kapmamış! 

Gelecek akademik yıl için bol bol enerji topluyorum. Ruhen, bedenen ve kalben güzel bir dönemdeyim. Yeni fikirler, projeler, yayınlar ve ödevler için beynimi ve ruhumu kuluçkaya yatırdım. İdeal sıcaklığı bekliyorum. Sonra ister sahanda sunarız, ister menemen! 

Bir süre daha buralardayım sizin anlayacağınız. Dert olanlara bir kere daha selam olsun ki; daha da bi dert olsun! 

No Haset Yes Huzur

Sizin cebinizden çıkmıyor ya aslanım, n’oluyo?! Relaxxx yaw! 

Kim bilir, belki de bi sonraki postu Mykonos Adası’ndan yazıyor olurum. 

Heee heee! 

Belli olmaz. Hayat bu. 

Kudurun! 


Rüzgârlı

Ben kaptırsam daha da yazarım, biliyorsunuz. Ne? Hadi canım, bunu bal gibi de biliyorsunuz. Çenemin düşmesini sağlayan mekanizma, parmaklarım ve klavye trio hattına ara kablo çektim. Artık yazıyı bitireyim diyorum. Sonuç bölümüne geldim. 

Umarım sizi 2 haftadır postsuz bırakmış olmamı affettirecek bir yazı olmuştur. Azımı çoğa sayın. Tatil fotosu isteyen okurlar olmuştu, onları ayrıca ihya etmiş olmalıyım. Bol tatil fotolu bi post oldu bu! Alın, hayrını görün. 

Öpüldünüz! 

Sağlıkla kalın.