26 Eylül 2021 Pazar

ORTAYA KARIŞIK

Camlar daha geçen gün silinmişti. Başlayan sonbahar yağmurları geldi, içine bir güzel etti, gitti. Yan binadaki hatunlarla azgın bir cam parlatma yarışı içindeyiz. Ondan bu müsabaka havasında anlatış nedenim. Oysa ne tembelim şu günlerde. Ketıl suyu ısıtıp tak diye atıyor ya, gidip onu almaya bile üşeniyorum. Bi daha basıyorum. Yine tak diye atıyor. Yine bişe yapmıyorum. Şimdi bana biri nolur bir fincan çay yapsın, ketıl tak yapar yapmaz. Sevabına. Haa?

Havalar değişme yolunda. Yağmur yağacak tabi, artık yaz bitti. Zamanıdır. Yağmur bu, herkesin de gönlünü yapamaz ki! Nasıl da olgunlukla karşılaşıyorum bu sonbaharı, değil mi? Oysa ki hiç sevmem kendisini. Çünkü arkası kış. En az sevdiğim. Sıralamada sonuncu. Napim, beğensem de beğenmesem de takılıyorum! Bi Şeyma Subaşı değilim ki tüm kışı Miami’de güneşlenerek geçireyim! Allah’ım, filozof günümdeyim. Bıraksalar rahat 3 saat saçmalayabilirim. Teoriler ve komplo teorileri ile Soner Yalçın’ı bile sollayabilirim! Hem size bir şey söyleyeyim mi? Ben yağmurda şemsiyesiz yürümeyi hiç sevmem! Yalan mı atıyım yani şimdi? Ben şemsiye alırsam yağmur yağmaz. Yağmurun yağacağı tutunca da asla şemsiyem olmaz! Bazen insanın hep ters giden noktası vardır ya hani; yağmur ve şemsiye öyledir benim için. Belki bu yüzden de sevmiyorum sonbaharı. Yani, bu da bir neden. Ha bi de, yağmurlu havalarda, yağmurla birlikte üstüne çamur sıçratan hırt sürücüler vardır hani! Çokça! Yağmurda yürümeyi ondan da sevmiyorum! Alla’mmm, ne yağmur muhabbeti yaptım ama! 

Dinlemek lazım. Hep konuş konuş nereye kadar. İnsan her haltı bilemiyor. İllâ ki ondan daha iyi bilenler oluyor. O zaman onları dinlemek farz oluyor. Ondan sebep, bir süredir az konuşup çok dinliyorum. Sonra da dönüp kendimi dinliyorum. Sonra iç sesime acayip gıcık olup, bu defa da onu susturmak için bol bol müzik dinliyorum. Spotify’a aylık ödediğim her bir kuruşun hakkını veriyorum, içim çok rahat! Helâl-i hoş olsun valla. 

Bu ara mesaj attıktan sonra, mesajım geldi mi diye soran insanları anlamaya çalışıyorum. Bal gibi de biliyorsun alıp almadığımı. Yalan da atamıyorum ağız tadıyla! Aaaa! Mesajını almadım! diyemiyorum tabi! Mavi tik/okundu belâsı hepimizin başında.  

Herhalde ben kahve içemiyorum. Artık hatayı kendimde arar oldum. Milletin falında yollar mollar çıkar. Yahu, benimkinde içinde ne var ne yoksa şak diye tabağa dökülüyor. Bişeler çıksa belki ben de moda gircem! Ama yok! Yok, aslında falla pek işim olmaz. Ona da inanmıyorum. İnansam nolcak ki, fincan ortada! 3 vakte kadar denecek kadar bile bi ipucu yok! 

Arabalarının arkasına hâlâ ve hâlâ mezun oldukları üniversitenin stikırını yapıştıran insanlara burdan el sallıyorum. Bu stikırlardan yola çıkıp bir istatistik çıkarsam memleketin yarısının Harvard mezunu olması gerekiyor. Bunun dışında arabanın arka ve yan camına, yaptığı aktivite-sporun stikırını yapıştıran geniş bir kitle de var. Yabana atılmasın. Scuba diving stikırı, bak ben ata biniyorum riding stikırı. Burdan da bi yüzdeye vurdursak, memleketin yarısı bu sporlarla iştigal ediyor diyebiliriz. Ulan biriniz de delikanlı gibi çıkıp her haftasonu halı saha maçında kaleci oluyorum diye yazsanıza! Yalancılar! Ha bir de, arabanın camına instagram adresi stikırını yapıştıran, tofaşçı abiler var! Bence en harbisi onlar! En sahicisi! Adam neyse o, delikanlı gibi!  Mış mış mış da, muş muş muş değil!  Aç profile bak, tam Tofaş kafası. Dürüstlüklerinden ötürü, bu abilere çok saygı duyuyorum!

Bana dönem dönem gelen ‘sağlıklı beslenmeliyim!’ataklarından biriyle daha karşı karşıyayım. Dün Migros’ta indirime giren Nutella’yı pas geçtiğim için kendimle gurur duyuyorum. Kek yapıp, onu zayıflama çayıyla birlikte yiyen bir tiptim oysa ben! Kocaman kaşarlı pidenin yanında içilen diyet kola kadar anlamsız! Ha, hâlâ pisboğazım, o ayrı konu! Pringles görünce gözlerim yuvalarından fırlıyor. Domino’s Pizza’nın ‘bol malzemos’u unu duyunca kan basıncım yükseliyor. Hele künefe! Offf! Allahına kurban! Ama yine de durduruyorum kendimi bir şekilde, tadımlık alıp bırakabiliyorum. Aktar aktar fink atmaya devam ediyorum. Sabahların sultanı Seda ablamız, güzelliğimi her sabah yediğim 2 kuru gayısıya borçluyum deyince, gidip kuru kayısı bile aldım! -ki hiç sevmem, ne yaş ne de kuru! Bi de kuru üzüm! İfrit olurum! Hani kuruyemişin içine de koyarlar. Badem ararken elime gelir hep. Hep beni bulur anasını satiiim! Neyse. Koca bir yaz fit gezdim, fit gezmeye devam! 

Canlar, yürekler! Çok sevdiğim lö okurlar! Alayınıza yanaktan saldırır, boş enseyi de asla es geçmem ama! Bu bir sevgi gösterisi! Hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum! Bu ay tam 876 kere okunmuşum! Vay be! Nerdeyse şımarcam! 

Çok çok öpücük! Kiss yaaa! 


4 Eylül 2021 Cumartesi

BİŞİ DİYCEEM

Bilenler bilir, Sex and the City, 1998-2004 yılları arasında yayınlanan, aldığı Emmy ve Altın Küre ödüllerinin yanı sıra, popüler kültüre yaptığı etkilerle çoktan kült mertebesine ulaşmış olan bir dizi. New York’un dünya çapında bir alış veriş merkezi olmasında hiç kuşkusuz epeyce bi tuzu olan, giyilen her kıyafet ve kullanılan her aksesuarın piyasaya çıktığı an tüketildiği, çekim yapılan mekânların ikonikleştiği bir kült hem de. 

New York’ta yaşayan 30’lu yaşlarda dört kadının hayat, arkadaşlık, aşk, ilişkiler ve cinsellik üzerine deneyimlerini esprili bir dille anlatan bu 6 sezonluk efsane dizi, bir de arka fonda asla uyumayan şehir New York ile birleşince, ortaya çıkan başarı hiç kimseyi şaşırtmamıştı. 

2010 kışında New York’a masum bir köylü olarak ilk gidişimde, aklımdaki tek şey dizinin çekildiği mekânları canlı canlı görecek olmanın sevinciydi. Çünkü gerçek anlamda New York’u ilk onlarla görmüş, ilk onlarla sevmiştim. Sezon sezon, sahne sahne dizinin çekildiği her bir yere her ayak bastığımda, bin atlı akınlardaki çocuklar gibi şendim!

Üstünden yıllar geçmesine, her bir sezonu en az 10 kere izlemiş ve nerdeyse tüm repliklerine kadar ezbere biliyor olmama rağmen, bazen yine arada açar izlerim rastgele bir bölümünü. Hemen neşelendirir beni. Modumu yükseltir. Nostalji yaşatır. Hüzünlendirdiği de olur bazen bu yüzden. 

Harika ötesi bir dizi mi? Değil. Ama kadınları, alışılagelmiş üzere sadece modadan ve güzellikten anlayan prensesler olarak göstermediği için takdire şayan. 

Ekonomik özgürlüğünü kazanmış ve ayakları yere güçlü basan kadın figürleriyle ilham verici. 

Her biri farklı kişilik özelliklerine sahip dört ana kadın karakter üzerinden yürüyen hikayesiyle hayatın içinden. 

Toplumsal kalıpları kadın- erkek ilişkileri üzerinden sorguladığı için, yayınlandığı yılları düşünecek olursak, zamanının çok ötesinde. 

Aşklar, ayrılıklar, hastalıklar, ölümler, bitişler ve yeni başlangıçlar… Bu yüzden, hoş ve eğlenceli bir 25 dk.’yı garantilediğini düşünüyorum. 

En sevdiğim repliklerden biriyse şu:

After all, seasons change, so do cities; people come into your life and people go. But it’s comforting to know that the ones you love are always in your heart. And if you are very lucky, a plane ride away

2008’de ve 2010’da dizinin devamı niteliğinde çekilen Sex and the City I ve Sex and the City II filmleriyle birlikte, hikâye artık başka bir yola verilmişti. Çünkü artık yaş alan ve 40’lı yaşlarına gelmiş kadın karakterler için başka türlü akıyordu hayat. Yaş, değişimi getiriyordu.. Yaşlanmak böyle bir şeydi. Yani değişmek. Hem fiziksel, hem ruhsal olarak. Kaçınılmazdı bu.

Yani başka bir deyişle, başka bir sevdiğim replikte geçtiği gibi: 

They say nothing lasts forever. Dreams change, trends come and go, but friendships never go out of style. 

HBO Max, bir döneme damgasını vurmuş, bu efsane diziyi geri getirmeyi planladığını tâ geçen kıştan duyurdu. Devam dizisi, Sex and the City ismiyle değil deyeni bir adla; And Just Like That olarak çekilmeye geçen Nisan’da başlandı bile. Şimdilik sadece 10 bölüm olarak çekileceği duyuruldu. Sonrası kısmet. 

Sarah Jessica Parker (Carrie), Kristin Davis (Charlotte) ve Cyntia Nixon (Miranda) yeni dizide var olmaya devam ederken, Kim Catrall (Samantha) beklendiği üzere yeni projeye katılmak istemedi. 

Çünkü diğer 3 hatunla, bilhassa da başrol oyuncusu Sarah Jessica Parker ile arası limonu. O yüzden, diziyi zamanında çok sevmiş, bağrına basmış her izleyici gibi ben de biraz buruldum. Hikâye çok eksik kalacak onsuz. Harika bir renkti hiç kuşkusuz. Bakalım hikâyede bu karakterin akıbeti nasıl olacak, nasıl kitabına uyduracaklar? Görüciiiiz. 

Çekimler başladığından beri, sette oyuncuların giydiği birbirinden nadide parçaları/aksesuarları çok büyük bir heyecanla takip ediyorum. Resmen içimin yağları eriyor. O derece. Mest oluyorum. Jest oluyorum. 








Ancaaak… Aynı zamanda yıllar içinde, bir ölümlü olmanın doğal sonucu olarak yaşlanarak, 50’li yaşlarına çoktan gelmiş: saçları ağarmış, cildi kırışmış, memeleri yer çekimine yenik düşüp haliyle dizine inmiş celebrity kardeşlerime, yaş almış olmaları üzerinden yapılan çok çirkin yorumlara da sık sık rastlıyor olmak beni adeta çileden çıkarıyor. Deliriyorum! 

Herkes bi Jennifer Lopez değil ki; 52 yaşında olmasına rağmen taş gibi olsun! Bir kere gerçekçi değil! Etrafımızda kaç tane 52 yaşında ama JLO gibi görünen hatun var, bir düşünelim! Ayrıca olmak zorunda da değil ki! Hepimizin yaşlanmaya ve yaşını göstermeye hakkı var. Doğanın kanunu bu!

İnsanlar, bilhassa kadınlar, gri saçları ve saklamadıkları yüz çizgileriyle dizide boy gösteren ana kadın karakterlere öyle acımasızca saldırıyorlar ki klavye başında, öyle demediklerini bırakmıyorlar ki, hayretler içinde kalıyorum!

Bir kadının başına gelebilecek en kötü şey yaşlanmak ya çünkü! 

Müthiş bir aşağılama ve ötekileştirme var oyunculara karşı! Sırf yaşlarını saklamıyorlar, utanmadan yaşlarını gösteriyorlar diye!

Beyaz saçını boyamıyor musun? Yüzünü botokslamıyor musun! Nassıııı yanieaaa? 


Daha da açacak olursak; 

*Utan utan yaşını gösteriyorsun! 

*Bir de Hollywood yıldızı geçiniyorsun. Bu ne hâl? 

*Neneme dönmüşsün! 

*Yaşından başından utan! 

*Portakallar suyunu çekeli çok olmuş abla! Kapat kapat!

*Bi saç boyası kaç liraya bakar? Rüküş! Bizimle deyılsın! 

*Menapoz teyzeler sizi! 

* Bu yaşta nasıl bi özgüven bu ablacım! Resmen göz zevkimi bozuyorsun! 

*Para sende, şöhret sende, imkân sende! Yazıklar olsun! 

*Artık bi çekilin ya, gençlere yol verin. Kocamışsınız! .ötüme dönmüşsünüz! Bi ayağınız çukurda. Ahiretlerinizi yapın gayrı. 

Bu ve benzeri yorumları okurken çok utanıyorum! Çok üzülüyorum! Çok kızıyorum! 

Kimbilir bu şiddete maruz kalan oyuncular nasıl hissediyor? 

50’lerinde ve yaşını göstermeyi tercih eden kadınlara ekranda resmen kimsenin tahammülü yok! 

Yanlış! Çok yanlış! Nasıl yaşını gösterirsin? Nasıl hem 50 yaşında olup hem de 50 gösterirsin! Hadsiz! 

Öl sen öl, oluyorsun. Hemen hacenne damgası yiyorsun. Zavallı yaşlı kadıncağız oluyorsun. 

YAŞ-LAN-DIN! Artık bir işe yaramazsın, ıskartaya çıkıyorsun! Git, gençlere yol aç. Emekli ol artık. 

50 yaşındasın! 50! 50! Yuhhhh! Bırak bu işi. 

Bittin sen! 50’sinde bir kadın bitmiş demek ya! 

Peki ya erkekler? Ahhh! Onlar hâlâ seksi! Kaç yaşına gelirse gelsin! Çekiciiiii. Çoook daha yakışıklı! Erkeğin olgunu mâkbul! Yaşlı kurt! Her türlü gideri var! Erkek adamın yaşı olmaz! Erkek yaşlanmaz! Erkekte yaş aranmaz! 

Ekranda 50’lilerinde olmalarına rağmen hâlâ küpünü doldurmaya devam eden pek çok erkek oyuncu var! Kimse onlara ‘dedem yaşında laaaa!’ demiyor. 

Sarah Jessica Parker’ı yerden yere vuran takipçi kitlesi, onunla beraber yaşlanan Mr Big’e ise iltimas geçiyor. Bi gıdım belden aşağı vurmak yok! Ağızlarını bile açmıyorlar! Yaw, Big efendiiii! Sen de kadayıf olmuşsun! diyen bi allahın kuluna rastlamadım! 

Bu nasıl bir cinsiyet ayrımcılığı! Bu nasıl bir çifte standart! Kudurmamak elde değil! 

Şimdi kulağınızı açıp beni iyi dinleyin lütfen; zirâ diyeceklerim var, hem de feministik bi aproooçla! 

Feminist damarlarımı kabarttınız çünkü! 

*Kadınlar  YAŞLANIR ve bu GÜZELdir. 

*Kadın vücudu yıllar içinde DEĞİŞİR ve bu NORMALdir. 

*Kadınlar saçlarını BEYAZ bırakabilir ve bu DOĞALdır. 

*Kadınların cildi KIRIŞIR ve bunda anormal bir durum yoktur.

*Kadınlar ŞİŞMANLAYABİLİR ve bu da NORMALdir. 

*Kadınların her ay ADET döngüleri vardır ve bu ayıp değildir. 

*Kadınlar TERLEYEBİLİR ve bu bir sağlık göstergesidir! 

*Kadınlar da SIÇAR ve kakaları PEMBE değildir! 

KADINLARDAN ELİNİZİ/DİLİNİZİ SONSUZA KADAR ÇEKİN ARTIK!