11 Kasım 2020 Çarşamba

ŞEMS


Günümüzde mağdur bir kişilik aslında o. Sosyal medya paylaşımlarında, özellikle de Facebook’ta, saçma sapan, ağlak, çoğu zaman kendine ait olmayan sözlerin altına adı yazılan mağdur mu mağdur bir kişi hem de. Onu gerçekten tanımasanız, hayatını aforizma üretmekle boş beleş geçirmiş bir müptezel sanırsınız. 

Buna bir ölçüde sebep Elif Şafak’ın Aşk romanında kurguladığı karakterdir diyebiliriz. Şems-i Tebrizi’yi öyle sulandırmış, öyle özünden uzaklaştırmıştır ki, popüler kültürün bir oyuncağı yapmıştır. Rahmetliyi mezarında adeta ters döndürmüştür! Roman boşuna yok satmadı yani sizin anlayacağınız. Hoş, reklamın iyisi kötüsü olmaz kafasından yola çıkarsak, Şems’in geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan yine Elif Şafak’tır. O nedenle bir teşekkürü de hak etmektedir şimdi, doğru ya doğru. 

Benim Şems’i tanımam ise Aşk romanı piyasaya çıkmadan çok daha önce, 2006 senesinde, Konya’ya ilk gidişimle olmuştur. Bir insan Konya’ya niye gider? Köpüklü havuz partisi için değil elbette, öyle değil mi? Mevlâna ve Şems için, türbe ziyaretine gider. Yani bir şehir olarak Konya’nın turist çeken yanı budur. Başka da bir numarası yoktur. 

Gitmeden önce Mevlâna hakkında az çok bir fikrim olsa da, Şems benim için kocaman bir soru işaretiydi. Hatta adını ilk oraya gidince duydum. 

Mevlâna’nın o şatafatlı ve insan seli türbesinden az biraz uzaktaydı Şems’in türbesi. Sade ve yapayalnız. Öyle bakımsız, öyle gösterişsiz bir türbeydi ki, daha mânevi, daha samimi geldi bana. İşte böylece, daha ilk gördüğüm andan itibaren sevmeye başladım ben onu. Benim için genelde öyledir. İlk görüşte seversem, severim. Sonrası pek olmaz. Peki, birini tanımadan sevmek mümkün mü? Mümkün. Bilen bilir. İlk görüşte aşk dedikleri. 

Ortada bir Allah’ın kulu yoktu. Öyle ki, yanlış yere mi geldim acaba diye düşündüm. Henüz içeri girmemiş, muşamba gerili kapısında durmuş, türbeyi incelerken bir adam çıktı içerden. Orta yaşlı, kır saçlı, esmerden bir adam. Tanımam etmem. Birden karşı karşıya kaldık ve benimle konuşmaya başladı. Haydaaa! Dedim ki çattık. Hırlı mı hırsız mı, deli mi manyak mı? Şunun gibi birşeyle başladı söze:

“Ne yazık değil mi? Ayrı düşmüşler.”

Ben hiçbir şey diyemedim tabi. Tek bir kelime dâhi. Korktum. Bir adım geri çekildim. Zaten konuya da hâkim değilim. Niye oraya gittiğimi bile bilmiyorum. Dediler ki bir türbe daha var, onu da gör. Şu tarafta. Öylece gittim. 

Sonra, adam konuştu konuştu. Bir tuhaf. Geçmiş zaman, her dediği aklımda değil. Ama en son şunun gibi bir şey söyledi: 

“Sanıyorsun mu ki ayrı düştüler? Burası ateş, orası kor. Onlar ayrı değil hiçbir zaman.”

Ben tam ağzımda bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki, beni dinlemeden, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yürüdü gitti. Bakakaldım peşinden. Ürperdim. Tövbe bismillâââh!  Neydi şimdi laaaan bu böyle?! Tekinsiz herif! Üç felâk, üç de nâs okudum arkasından. 

Bir an türbeye girip girmemek arasında kaldım. Huylandım iyice. Sonra birkaç kadın daha gelince o ara, cesaret buldum, onlarla birlikte ben de girdim içeri. O gün orda okuduğum üç kulhü bir elhâm Şems’in ruhuna gitti mi bilmem, ama o gün onu tanımayı aklıma koydum. Girdi kalbime nasıl olduğunu anlayamadan. Aşk da böyle apansız olmaz mı hep zaten? Beklemezken gelir. Bir çukur gibi, birden belirir önünde, düşüverirsin içine. Onun için aşka düşmek deniyor ya işte, ya da fall in love

Mevlâna ve Şems’in karşılaşmaları da böyle olmuş. Apansız. İkisi de düşüvermiş o aşk çukurunun en karanlık dibine. Aşk yarıştırılmaz elbette, ama Mevlâna bu çukurun bir kaç derece daha derinindeymiş sanki. Şems kaçmış, Mevlâna kovalamış. Bir taraf hep daha çok sever ya hani. Asla eşit olmaz çünkü. Aşkın fıtratında var bu. Daha az seven taraf ilişkiyi yönetir, çünkü çok seven taraf diğerinden gelecek her şeye râzıdır. 

Konya’ya Mevlâna için gitmiş, ama Şems ile dönmüştüm. Kime niye, kime kısmet dedikleri. Mevlâna çok tanıdık, çok bilindikti. Sevgi ve ilgiye çoktan doymuş, adına cilt cilt kitaplar yazılmış ulu bir zât. Tescilli. Türbesi insan istifi! Ama Şems öyle mi? Onun hakkında bildiklerim çok azdı, o yüzden de kıymete binmişti. Zaten merâk değil miydi aşkın en büyük körükleyicisi? Ondan sebep, Şems arş arş ötesindeydi artık Mevlâna’nın, en azından benim için! 

İşte böylelikle merâk sardım Şems’e. O türbenin kapısında karşılaştığım meczup kılıklı adamın da bunda etkisi çok. İyi saatte olsunlardan mıydı acep diye hâlâ düşünürüm. Şimdi yazarken bile yine ürperdim bak. Tövbe estağfirullah! 

Kendine ait günümüze kadar gelen bir eseri malesef olmadığı için, Şems’i tanımak ancak Mevlâna’nın Mesnevi’sini alıp okumakla mümkündü. Günümüz tabiriyle bir tür stalk desem yanlış olmaz sanırım. Şems nerde, ne yapmış, ne demiş, kiminle ne yiyip içmiş, ne giymiş? Mesnevi’yi resmen Şems’i ‘stalk’lamak için okudum. Yalan yok. Mevlâna nolur kusuruma bakmasın. 

Mesnevi ki, cilt cilt! Sonra baktım ki işin içinden çıkamıyorum, Sufiler ile ilgili birkaç kitap daha almak zorunda kaldım. Mesnevi’de anlatılan hikâyeleri anlamak için, sözlük niyetine! Türkçe olmasına rağmen, okuduğumdan hiçbir şey anlamıyordum çünkü!

Sonra okudukça öğrendim ki; 

O Şems ki, en büyük aşkla sevilmiş kişiymiş meğer. Her kula nasip olmaz böyle sevilmek! Mevlâna’nın hem hocası hem öğrencisi. Hem de onu, hem var hem de darmadağın eden aşkı.

O Mevlâna ki, zamanının en saygın, en değerli âlimi, Konya halkının sevgilisi, baş müderrismiş. Tâ ki Şems ile tanışıp, derbeder oluncaya kadar. Ham iken, Şems’in aşk ateşiyle yanıp, pişene kadar. Sonrasında hiçliğe meyleden Mevlâna, önce hocalığı bırakmış. Sonra da elini ayağını tüm diğer dünya işlerinden çekmiş. Şiir ve semâya koyulmuş. 

Kalp denen et parçası üzerine Allah’ın nuru vurursa bunun adına gönül denirmiş. Gönül aydınlanmış kalpmiş. Mevlâna’nın kalbini aydınlatan kişi de meğer Şems olmuş, tıpkı adının anlamı olan Güneş gibi hem de. 

Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems’miş meğer! Aşk nelere kadirmiş! 

Şems’e ait olduğu iddia edilen, Mevlâna ile aralarında geçen konuşmalardan derlenmiş Malâkât isminde bir esere de ulaştım sonra. Orada geçen benzer konular Mesnevi’de de tekrarlanıyordu. Şöyle bir bölüm vardı zamanında beni çok etkileyen; 

Sen ol da, ister yâr ol, ister yara. Lütfun da başım üstüne, kâhrın da. 

Yani diyor ki; “Hani tek canın sağolsun da, benimle olmasan da olur. Râzıyım” Eskiler derler ya hani, “Arada bir yel essin, kokunu getirsin, yeter.”

Ya da daha basit anlamda, bir İbrahim Tatlıses klâsiği; “Bir tek dileğim var, mutlu ol yeter.” 

Aşk işte böyle bir sefillikti işte. Tam olarak. 

Hayatım boyunca aşk için söylenen her söze kandım. Şems benim için çok değerli oldu ondan sebep. Hatta Elif Şafak’ın Aşk romanını daha piyasaya çıktığı ilk gün almış ve bir günde okumuş bitirmiş bir insanım. Bazen yine arada açar okurum. Ama oradaki Şems elbette ki kurgu. Benim öncesinde stalkladığım Şems’den çok farklı.Yazarın hayalinde yarattığı ve kitabın ticari  boyutuyla ilgili olarak, oldukça havalı bir karakter! Ha bire tribünlere oynuyor! Racon kesiyor! Bildiğin artizzz! 

Aşkın 40 Kuralı adı altında,  Şems’in öğretileri üzerinden iletlerleyen bir roman Aşk. Elbette ki böyle bir şey hâkikâtte yok. Tasavvuf felsefesi ve Mesnevi’de anlatılan Şems’den harmanlayarak, Elif Şafak’ın bizzat kurguladığı aforizmalar aslında. Sosyal medyada dolaşanlar da zaten ekseriyetle bunlar. Sezar’ın hakkı Sezar’a! Bazıları gerçekten çok başarılı. Aslına yakın. 

Meselâ bu. 


Aşk işte böyle bir karın ağrısıydı. Tam olarak. 

Akıla zarar. Uzak ya da imkânsız dinlemeyen. Başına buyruk. Yoktan anlamayan. Git demekle gitmeyen. Bit demekle bitmeyen. Cana düşman bir karın ağrısıydı. 

Ya da bu. 

Bu söylemin aslı Malâkât’da geçen hâliyle ise şöyle; 

Ey gönül, şimdi sorarım sana! Hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi yoksa anlatılmayıp yürek deşen mi? 

Aşk işte böyle bir eziyetti. Tam olarak. 

Söylesen bir türlü, söylemesen başka bir türlü eziyet. 

Bir gün Şems ortadan kaybolmuş. Sır olmuş. Konya halkının ve Mevlâna’nın ailesinin onu şehirden kovduğu rivâyet edilir. Deli gibi kıskanıyorlarmış çünkü onu. Mevlâna çok değişmiş onun varlığında. Elini eteğini hepten çektiği dünyaya, müritlerine, ailesine, kısaca aralarına yeniden dönsün istemişler. Mevlâna ise Şems’in gidişiyle büsbütün perişan olmuş. Toparlayamamış bir daha kendini. Hepten sessizleşmiş, içine kapanmış. Baktılar ki olmuyor -Mevlâna gidici, bir gözü toprağa bakıyor- , pişman olup, gidip geri getirmişler Şems’i. Mevlâna da bağışlamış onları. 

Şems dönünce demiş ki “Ölmüş baban seni görüp mezarına geri dönecek, gel babanı gör deseler bile Halep’ten bir adım dışarı çıkmazdım. Ama Mevlâna için geldim.” 

O da boş değil sizin anlayacağınız Mevlâna’ya karşı. Mevlâna safına ama, Şems çok daha taktiksel yaklaşıyor. Bir uzak, bir yakın. Bir var, bir yok. Çok fenâ. 

Malâkât eserindeŞems şu sözlerle anlatır bu kavuşma anını; 

Geldim sevgili, 

Sen dışında, ne varsa kıyısız denizlere dökerek geldim.

Dilimde dua ile, kefenimi vuslatına çeyiz bilerek geldim. 

Aşkın damağında ateşleri ıslatmak için, 

Neyim varsa, yok bilerek geldim. 

Bu ayrılık elbette daha çok ateşlendirmiş aralarındaki aşkı ve muhabbeti. Gönül bağları daha bir güçlenmiş. Ama hiç iyi olmamış bu. Neden mi? Daha bir diş bilemeye başlamış düşmanları Şems’e çünkü. Hepten ters gitmeye başlamışlar birbirlerine. Öyle kinlenmişler ki sonunda, Şems’i öldürüp bir kuyuya attıkları rivâyet edilir. Hatta içlerinde Mevlâna’nın oğlunun da olduğu söylenir. Sonrasında ise Mevlâna’nın bu ölüme asla inanmak istemeyip, hayatı boyunca Şems’i aradığı...

... ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı?

... ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak? 

Aşkın olduğu her yerde, er ya da geç, ayrılık var. Yazılı olmayan bir kural bu. 

Türk- İran ortak yapımı bir film projesi de gündemde bu büyük aşkı anlatmaya hevesli, Mest-i Aşk. 2020’de gösterime girmesi bekleniyordu ama hâlâ bir ses yok. İran asıllı yönetmen Hassan Fat’hi’nin yönetmenliğini  üstlendiği filmde, Mevlâna’yı Parsa Pirauzfar, Şems’i de Shahab Hosseini canlandırıyor. Shahab Hosseini 2016 Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti. Nefesimi tutmuş, bekliyorum elbette Şems performansını. Gişeye oynayan bir film olmaması dileğiyle. 

Bazen alelâde bir rastlantıymış gibi görünen bazı karşılaşmalar, beklenmeyen dönüşümlere yol açar. 

Aşk gibi.

Serbestçe gelir, sen onu aramazken. Bir bıçak gibi keser atar, önce ve sonra diye ikiye ayrılırsın. Şak diye! Bir daha eski sen olmak ne mümkün? Aşk bir dönüm noktasıdır. Bir milâttır. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz bir daha, olamaz. 

Her insan için bir âşık olma zamanı vardır. Yaradan yazmış, vaktini kararlamış. Herkesin bir Şems’i olmuş, ya da mutlaka olacaktır. Zamanını bekler. 

Şems’i her zaman bir insan silüetinde düşünmemek gerekir. O bir aracıdır. Bizi heyecanlandırıp potansiyelimizi keşfetmemizi sağlayan, özümüze inmenize yardımcı olan, her sapakta bizi kendi yolumuza daha çok yaklaştıran, sevinç ve acıyla karışık bazen sınırlarımızı zorlayan ama bizi güçlü kılan ve sonunda bizi daha iyi bir insan yapan her şey Şems olabilir.  

Benim Şems ile karşılaşmam ise 2019 baharına denk gelir, Aşk romanını yıllar sonra bir kez daha okutur. Hepsi hepsi bir avuç hafta. Şems rivâyet edildiği üzere, sonunda yine sır olur. O gün bugündür arıyorum onu. Bir bulup, bir kaybediyorum. Her gün batımında. Bekliyorum, sanki bir gün geri gelecekmiş gibi. 

Mevlâna’nın Şems’i sonsuza dek kaybettiğini bile bile, yine de beklediği ve söylediği gibi: 

Ey sevgili, ilâcım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin. Çaresiz gönlümde senden başka ne varsa hepsi yok oldu. Beni kimsesiz bırakma, gel! 

Aşk böyle bir çaresizlikti işte. Tam olarak. 

Aşksız geçen bir ömür boşuna yaşanmış bir ömür. İster ilâhi olsun, ister mecâzi, dünyevi, semâvi ya da cismâni! Aşkın peşinden gitmeli. 

Bir gün öleceksek de eğer, onun yolunda ölmeli!

Tüm aşıklara selâm olsun, ya da artık geçmiş, gitmiş, bitmiş bile olsa; bir zaman tüm aşk ile yananlara! 

2 yorum:

  1. Hep aşka sevdaya harcanacak bu gönül ömür boyunca

    Sonsuz saygılar

    YanıtlaSil
  2. Vedalar gozleri ile sevenler icindir cunku gonulden sevenler hic bir zaman ayrilmazlar

    Dogrunun ve yanlisin otesinde bir yer var orda bulusmak dilegiyle

    Bir gun

    YanıtlaSil