21 Nisan 2021 Çarşamba

SEVİLDİĞİNİZİ BİLİN BEYLER!

Hepsi de temiz yüzlü, pırıl pırıl çocuklar. Maşallahları var! Aslan gibiler! Dünya ahiret kardeşim olsunlar ama bilogcum, ben tipleriyle değil de, sanatlarıyla ilgileniyorum daha çok. Bu saatten sonra fangirl olamam artık, hayır. O yaşı sanırım geçtim - sanırım diyerek yine de açık bi kapı bırakıyorum.- 

Çok çok yetenekliler. 

Amatör takıldıkları zamanlardan beri dinlerim, severim kendilerini. Çünkü rapin müzik dünyasını domine ettiği bu zamanlarda, müziklerinin kalbe dokunan bir yanı var. Özlemli. Özenli. Nostaljik. Nostaljik olan her şeyi çok severim ben. Bilirsin. Seni de seviyorum beee! Dur bi, tamam! Soğuk yapma hemen! Sana yazmak da bir yerde nostalji değil mi? Diğer tüm eski bloggerlar, ya influencer ya da Twitter’da klavye kahramanı çünkü artık. 

Konuya gireyim mi artık? Ha, ne dersin?

Sanat için soyunmam bilogg! Bi çizgim var! Soyunanlara bir şey demiyorum ama. İyisi iyi oluyor valla! Ben de bakıyorum. Kendi totosu, kendi kararı! Ne diceen? 

Soyunmam dedim ama bu postta müzik eleştirmenliğine soyunucaam. Mecbur. Iggghh! Yine, tabi ki her şey yine sanat için. 

Henüz kariyerlerinin çok başındayken, biraz nasihat etmek istiyorum çünkü bu aslan parçalarına. Şişştt, evet size diyorum beyler! Siz kim misiniz? Tabi ki Madrigal grubunun birbirinden parlak üyeleri! Hey maşallah!


Öncelikle, geçen hafta çıkan yeni albümünüz Neogazino hayırlı ve uğurlu, tıklayanı ve like’layanı bol olsun gençler! E, devir değişti. İşler böyle yürüyor artık. Muhteşem olmuş! Öpüp, başıma koydum, o derece! 

Seni Dert Etmeler single’ınız geçen yıl bu zamanlar ilk çıktığından beri, baya baya bi dert olmuştu bana. Kelebekler de iyi, güzeldi ama, Seni Dert Etmeler kesinlikle bir başyapıttı! İçime oturmuştu. Aslında bizi üzen ya da sevindiren çoğu zaman şarkılar değil, bize hatırlattıklarıdır. Bilirsiniz. Yine öyle olmuştu. Perfect timing! 

Bence, şarkıyı vazgeçilmez yapan öncelikle solistinizin, -yani  Anıl’ cığımın- sesindeki yer yer çatallı, kekremsi tondu. Devamında o nostaljik 80’ler alaturka/arabesk tını ve son olarak tabi ki sözler! Ah o sözler! 

Bu kadar parlak başka bir şarkı daha yapabilecek misiniz acaba diye beklerken merakla... İşte yaptınız! İnanılır gibi diil! Şarkının adı, Dip. Çıktığı günden beri dinliyorum. Dilimde. Kalbime çoktan girdi! Seviyorum lan sizi! Manyaksınız! 

Şarkının kendi gibi, ben de ne zamandır dipdeyim. Tam dip yaptım derken, başka başka diplerin de olduğunu keşfettiğim geniş bir zaman aralığında debelenip duruyorum. Tam 2 yıldır. Az değil. O yüzden bu şarkı, adeta bana yazılmış gibi hissettirdi. Kişisel aldım. Alıyorum. Bakın, ondan sebep, oturdum ve bizzat size özel post yazıyorum. Sevildiğinizi bilin oolm. 

Öncelikle çok çok teşekkür ederim. Beni ihya ettiniz! Şarkı şâhane! Tam benlik olmuş! Sanırım önümüzdeki bir, üç, beş, on, yüz gün boyunca dinlemeye devam edeceğim. Şimdiden bir klâsik oldu bence. Yıllar sonra da severek dinleyeceğime eminim. Sözler güzel. Az ama aslında çok. Ama daha iyi olabilir(di) sanki.

Biraz kolaya kaçıyor gibisiniz. Elektronik alt yapıya fazla mı sığınıyorsunuz? Vokalin sesi yer yer geri plânda kalıyor, sözleri yakalamak için baya baya uğraşmak gerekiyor. Valla göbeğim çatladı! Çünkü müzik alıp götürüyor. Yakıyor, yıkıyor! Ama ya o sözler? O cânım sözler? Arkadan yetişmeye çalışıyor. Kaliteyi beraberinde getiren, sizi yukarı taşıyan Anıl’ın sesi!  Bu vokal unsurunu bastırmayın. Tam tersi, dinletin, dinlettirin! Anıl’a sahip çıkın, yiğidolar! Hoş tutun. Vokali ayrıldığı için dağılan (bkz. Kargo ve Model) ya da ha bire değiştiği için (bkz.Yüksek Sadakat) artık hiçbir baltaya sap olamayan, unutulup giden o eski grupların akibetinden korkun! Sizin olayınız vokal! Net! 

Sözler güzel olsa da, şarkının müziğiyle yarışamıyor. Bir tık sade kalıyor. Bir tık daha yavan. Sonraki şarkılarınızın içini biraz daha doldurun. Bu konuda destek çıkabilirim, tabii isterseniz. Maksat işiniz görülsün! Fiyatta anlaşırız. Sizi yormam. Her şey sanat için inanın! 

Benim müzik eleştirmenliğim bu kadar işte bilog! Daha ne olacağıdı?

D

İ 

P

.

.

.

Ne güzel şarkı olmuş. Enfes. Dip yapmadan yazılacak bir şarkı değil. Gerçekten de dibi görüp, öyle yazmışsınız. O kadar belli ki. O yüzden de kalbe dokunuyor, hem sözü hem de müziğiyle! Ne güzel duygulardasınız. Elinize sağlık!

Albümdeki diğer şarkılar da çok başarılı; Bambaşka, Aynadaki Görüntün, Bizim Olsalar Yeter, Ne Zamandır Sendeyim.. kötü ya da öylesine tek bir şarkı bile yok.  Peki ya M.I.T! Mit diye şarkı mı yapılır aslanım bu memlekette? Intro mintro! Valla alırlar içeriye adamı, ne olduğunu bile anlayamazsınız. Sözü olmadığı için, işin içinden de çıkamazsanız. Sonra anlat dur: 

-Amirim valla biz M.I.T derken aslında şeeey demek istemiştik...

- Siz onu benim külâhıma anlatın koçlar! Lülii lülii. (telsiz sesi) 

Sizi tanıdığım, inandığım ve bunca zamandır dinlediğim için çok mutluyum. 

Yeni besteler yapın. Üretin. Boş durmayın. Devam! Bi bildiğiniz var! Kesinlikle var! 

Yolunuz açık olsun! 

Gelelim Dip’in o az ama çok olan sözlerinin bendeki yansımalarına: 

Yanılgı mı, yenilgi mi? Hiç bir zaman bilemeyeceksin. Çünkü o kapı, bildiğin bir duvar. Aynı denizlerde tekrar tekrar boğuldun.. Aynı karanlık kuyuya defalarca düştün. Bir daha asla karşılaşmayacağın o gölgeyle her defasında sil baştan çarpıştın. Hepsinde de yenildin. Yalanlar bulup inandın. Kalmanın gitmelerden daha zor olduğunu öğrendin. Ama bazen gitmen gerektiğini de. Herkes bir gün gitmek için gelir çünkü. Ama bu bir son değil. Sonra geçecek. Her zaman geçer. Bilirsin. 

Fazlasıyla şahsi aldım, demiştim bilogg! 

O zaman dinle  >>>

Madrigal-Dip



18 Nisan 2021 Pazar

ALLAH TOPUMUZUN ‘selfie’SİNİ VERSİN


Fotoğraflar. Akıp giden, bir türlü durduramadığın o zamanın bir anını şak diye durdurup, bir ömür boyu hiç değişmeden saklayabilme gücüne sahip. O ânda saat, mevsim, mekân, koku ve duygular neyse hiç değişmeden öylece kalıyor, fotoğraftaki her kimse asla yaşlanmıyor. Hatta gün geliyor o kişi artık yaşamıyor ama o ân o fotoğraf karesinin içinde yaşamaya devam edebiliyor. Hem de sonsuza dek.


Şimdilerde dijital fotoğraf makinaları piyasanın nerdeyse tozunu attırmış durumda! Analog makinalar ise artık sadece nostalji ve azınlıkta kaldı. Tabi fotoğraf baskıları ve albümler de öyle.

Torunun belki 50 poz fotoğrafını çekip, en iyisini bulana kadar çekime devam ederek bebeye fenâlık geçirtmek ya da kurduğumuz bayram sofrasının hemen her açıdan çekilmiş onlarca fotoğrafını kaydırmalı postlarla internette paylaşıp, kendimize sövdürtmek artık oldukça sıradan, hatta günlük rutinimizin bir parçası oldu. Piksel piksel kameralı cep telefonları sağolsun! 

Dijital çıktı, mertlik bozuldu! Artık ânı yakalamıyoruz. Tam tersi, ânı kaçırıyoruz. Çekilip çekilip bakılmayan, biriktikçe biriken binlerce çöp fotoğraf yığınının arasında kaybolurken, aslında o kıymetli zamanımızdan çaldıklarının farkında bile değiliz. 

Aaaa hadi çekelim... aaaa ama güzel çıkmamışım hadi bir daha çekelim... ama bi dakka böööle burnum patats gibi çıkıyooo...hadi bir daha... ııhh, yine olmadı... arkamdaki lavuk kim la? 

Hadi bir daha, hadi bir daha! 

Hani ân’ı yakalamaktı fotoğraf? Beğenilmeyen onca çekimden sonra ân mı kaldı? 

Oysa eskiden öyle miydi? Son analog nesilden biri olarak, fotoğrafların ne kadar kıymetli bir şey olduğunu çok iyi biliyorum. Çünkü o yıllarda fotoğraf çekilmek çok özel bir şeydi. Fotoğraf makinası bir lükstü, öyle herkeste bulunmazdı. Makinen olsa bile, öyle zırt pırt çekemezdin çünkü fotoğrafları çıkartmak maliyetli bir işti. Bayram seyran, düğün dernek gibi ritüeller gerekiyordu illâ ki. O 36’lık film dolmadan fotoğrafları çıkarmak zaten mümkün değildi. Beklerdin heyecanla! Günler, hatta belki haftalarca! Ayyy, nasıl çıktım acaba? diye merakla. Bazen mutluluk bazen de hüsran olurdu sonu; yanan pozlar, gözü kapalı, tipin kaymış ya da titremiş, birbirinden çirkin çıkılan kareler...

İşte sırf bu yüzden, daha bacak kadar bebeykene, sadece bir defada objektife istenilen bakışı en güzel gülüşümüzle verme zorunluluğu, bizim nesli resmen döve döve fotojenik yapmıştır! Çocukluk fotoğraflarımın sayısı bu nedenle az ama öz. Valla hepsinde de artist gibi çıkmışım. 

Ayrıca yine hepsi, fotoğraf makinelerinin içinden çıkan ve tab ettirilen, babamın özenle sakladığı ve üzerine parmak izi çıkarmaktan çekindiği o filmlerde hâlâ evde bir yerlerde yedekli duruyor. Fotoğraf albümleri annem için şimdi bile evin en kıymetli eşyası. Açar, bakar arada, ağlar. Bazen beni de ağlatır. Lüzumsuz, nolcak. 
 
Bilenler bilir. Bir çift göze her ân, her yerde, saatlerce bakabilmeyi sağlayan, yastığın altında ya da kitabın arasında saklayıp, sarılıp uyuyabileceğin, teknoloji harikası o kağıt fotoğrafların kıymetini. 

Şimdi ise yok ‘anlık at’ , yok ‘hadi bi boydan at’, ‘artık nolursun nude at’. Fotoğraflar ayağa düştüBugün aşklar hızla büyüyüp hızla ölüyorsa, nedenlerinden biri kesinlikle bu. 

Bir de hârikalar yaratan filtreler var şimdi. Normalde sümüğünü bile atmayacağın şekilsizlerin hepsi profil fotoğraflarına baksan birer Adriana Lima oluveriyorBeyler de bu yüzden tufaya gelmemek için kamera açtırıyor. Eee, haklılar. Dinsiz-imânsız ilişkisi.


Öyle çok uzaklara gitmeden, yakın tarihe bakacak olursak, Facebook’un icâdı ile beraber fotoğraf çekmek yeni bir anlam kazanmıştı. Dünyanın en sıkıcı, en önemsiz pozlarının albüm albüm internete yüklenişini hatırlıyorum da; o ne kâbustu öyle! Üstüne bir de amca/dayı/hala/teyze kişilerimizin bu albümlerdeki her bir fotoğrafı tek tek like’laması ise olaya hepten tüy dikmişti. 

Ama işlerin iyice zıvanadan çıkması tabi ki Instagram denen karınağrısının ortaya çıkışıyla başlıyor. Ne de olsa artık insanlık tarihinde fotoğraflar, Instagram’dan önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılıyor. 

Şu bir gerçek ki, artık fotoğraflar sadece Instagram'a konmak için çekiliyor. Fotoğraflarımıza doğru düzgün bakan tek bir takipçimiz bile yok; like'la geç, like'la geç! Bu gerçekle yaşamaya mecburuz


Instagram’ın ilk yıllarında nerdeyse her kullanıcının içindeki fotoğraf sanatçısı hortlamış ve artık fotoğraf çekmek yeni bir anlam kazanmıştı. Çoğu kullanıcı;  kitap, yağmur, sokak kedileri, vapurda martılarsümüklü çocuk vb. temâlı sanatsal fotoğraflar çekip, sayfalarına yüklemek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Şimdilerde ise artık o iş bitti. Erkekler genelde ya arabalı ya da spor salonunda kaslı pozlarını paylaşırken, kadınlar ise sürekli kendilerini fotoğraflamak, filtrelerle değiştirdikleri/ makyajladıkları badana suratlarını kaydırmalı postlarla günde 20 kez paylaşmak derdindeler. Selfie çılgınlığı hepimizin başında! 


Bazılarını sizler için derledim. İşte; seç, beğen, al!

Zenginlik 'item'i göstermeli selfie: Ben şimdi sıfatı komple buraya bırakıyorum ama sen pasaportun arasından ucu görünen bizınıs klas bilete bak asıl! Veya direksiyondaki lüks araba logosuna, veya Chanel çantaya. Ya da Rolex saatime. Çakma makma. Ne bilcen? Fark edemediysen riske atacak değilim elbet, foto altına ekleştirdiğim 20 adet heştagin içine kakarım onu bir şekilde ama neyssse bu da böyle bi selfiem olsun! 

Asansörde selfie: Kabinde yalnız olunca selfie krizim tutuyoo. Güzel kadının/adamım vesselâm! Telefonumun arkasındaki elma logosuna özellikle zoom. Hadi! Bunun adı da asönselfie olsun! 


Dekolteli selfie: Tanıştırayım; memelerimÇaresizim ama o kadar da çaresiz değilim. Çünkü destekli sütyen diye bir şey var! Evrakta sahteciliğe giriyor ama olsun. Dudaklarım mı? Ayyyhh, evet. Son dudak bükücü benim. Ahahaha! Bu da böyle bi selfiem! 

Alemli selfie: Bugün yine keyfimizdeyiz. Yiyoruz, içiyoruz. Çalsın sazlar, oynasın kızlar! Alkol desen su gibi! Para desen zaten zibil. Birazdan dansöz de oynatacaaam. Yaşıyorum bu hayatı! Zoruna mı gitti? 

Lüks mekânda selfie: Eee, benim ortamım belli demiş miydim? Demiştim. Bak, işte boğaz manzarası, bu da ellerimi yıkadığım viski! Peki bu arkamdaki kristal avizeye ne demeli? Hee. İşte bunlardan sebep, birazdan hesabı bilenziik gibi geçirecekler. 

Bebekli selfie: Bakın, ben doğurdum! Bir ben doğurabiliyorum zaten bu dünyada! Ahahaha! Bu da dünyanın en güzel bebeği, yüzünü emojiyle kapattım tabii. Bi maşallahınızı alırız! 

Çok yakından selfie: Şişşşşt, baksana! Burnum nasıl da düzgün. Gözlerim de renkli. Bebek gibiyim! Ancak gel gör ki totom kamyon kasası gibi. Kadraja sığmıyorsa suç benim mi? 


Tanga bikinili selfie:  Selfie budur! Gözünüz toto görsün! Heyt bee! Totoma güveniyorum çünkü Rus'um ben! Ve bazen de Brezilyalı. Ve sizle asla işim olmaz! Hadi naaaşşşşş! 

Moda bloggerı selfie: Eveeettt, Milano’da şahâne bir sabahdan güno. Bakın bugün neler giydim? Siyah kesinlikle benim rengim. Çantada yine Dior’dan vazgeçemiyorum! Kombinimin detâyları hikâyemde. Bakmayın selfie çekindiğime, yanımda fotoğrafçımı taşıyorum aslında. Ahahahayt! Dağılın lan, fakirler! 

Evcil hayvanlı selfie: Bak bana! Hayvanları nasıl da seviyorum. Nasıl da şirin ve tatlış biriyim. Sen de bana böyle sarılmak istemez misin? Seni çok mutlu ederim. Garantili bak. 


Manita selfiesi: Hır-sın-dan çatlasın düşmanlar! Benim de artık bi manitam var! Herkes ayağını denk alacak uleenn! Bakın, ilişkimiz nasıl da fotojenik. İlk selfiemiz, hadi bebegeem çiiiiiz! 

Canından olmalı selfie: Ennn mikemmeeel selfieyi çekmek için .ok yoluna gitmişim, çok mu? Adrenalin tavan, abiissiii! Hadi pamuk eller like’a! Uçak kullanırken selfie, paraşütle selfie, dolu tabancayla selfie, uçurumun kenarında selfie, şelâlenin yanındaki kaygan taşların üzerinde selfie! 


Partilemeli selfie: Gencim ben, tımamm mı? İçip dağıttığım fotoğraflar şimdilik umurumda değil. Ciddi bi ilişkim ya da işim olunca silicem hepsini, merak etmeyin. 

Sporda/Göbek Açık/ Bikinili selfie : Yüzümü boşver ama vücudum daşşş gibidir. Bu konuda şüphesi olan buyursun burdan yaksın. 

Zalımın kızı selfie: Eski sevgililerim, plâtonik takılanlarım, imkân verilmemişlerim... Bu selfie de sizi çileden çıkarmak için gelsin! Bakın, laann hâlâ çok güzelim! Sürmeli gözler sürmeyi neyler? Kudurun!  

Kocişle kahvaltıda selfie: Ay kocişim beni mutfağa girdirmeye hiç kıyamıyooo. Biz de yine kalktık Moda'ya geldik. Serpme kazık en sevdiğimiz menü! Aşkitomla buraya bayılıyoruz. Bi selfiemiz olmasın mı?


Kalabalık aile/ arkadaş grubu selfie: Heyyooo! Selfie var dediler geldik!Danaya girer gibi selfieye girdik. Kadraja girmek için kavanozdaki turşu gibiyiz. Sıkış tepiş. Fotoyu çeken ablak suratlı Osman abimiz olur, bu fotoda kendisini bizim için fedâ etti.

Çalışırken selfie: Sabah: 09:00 Yine bir gün ofisteyim. Günaydıııın selfiesi. Öğlen 13:00  Bakın, bu defa da masamdayım. Çalışmaya devaamm selfiesi. Akşam 18:00
Mesaiye kalıyorum. Müdürüm geliyo, kapatmalıyım selfiesi. 
 

Post altına gelecek muhtemel yorumları ve muhtemel like değerlerini de yazacaktım ama... Çok yoruldum! Bu gözlemleri yapabilmek için kaç tane selfie incelemek zorunda kaldım, haberiniz var mı sizin? Dost selfie’ye, düşman yine selfie’ye bakıyor işte :) Öyle bir lânet çağda yaşıyoruz! 

Siz siz olun, bundan sonra selfie çekerken bi daha düşünün. 

Şayet bahis açılmasını istediğiniz başka selfie'ler varsa, bi zahmet yoruma yazın. Benden bu kadar. 

Hadi, öptüm sizi! 


















10 Nisan 2021 Cumartesi

DANKEŞÖÖÖN EKŞİ!

Çok üzgünüm, hiç istemeden seni dün geceeee aldattım, lö blöög! ŞAKA ŞAKA. Dün gece Yasak Elma’nın 12. bölümünü izlerken uyuyakalmışım, bi elimde portakal dilimiyle. Hepsi bu!  

Uykusuzluk seansları yerini erken uyuma nöbetlerine terk etti. Oldum bir tavuk! Ne sıkıcı akşamlar ey güzel Allah’ım! Neyse ki bi ben sıkılmıyorum, gece klüpleri, konser alanları filan hep kapalı ya, oh içim çok rahat. Evde ortamını ayarlayıp, partileyen/alem yapanlara ise ‘Helâl olsun!’ diyorum. Bi gün bana da ses ediverin sevabına. What happens in Vegas, stays in Vegas, bakın. Söz valla! Kimselere söylemem. 

Gündemi genelde Ekşi Sözlük’ten takip ediyorum. Bu hafta da öyle oldu. 

Ekşi’de yakın zamanda ilgimi çeken gündem başlıklarını senin için şöylece derledim blog; 

8 nisan 2021 memleketin covid-19’dan kırılması 

2020-2021 sezonu şampiyonu beşiktaş 

Halı yıkama fabrikasında sekreter olmak

Kadınların tav olduğu 3 şey

Psikoloğun söylediği unutulmayan sözler 

37 bin TL vs. 6 ay askerlik 

Work and travel 2021’in iptal edilmesi 

Ortaokul İngilizce dersinden akılda kalanlar 

9 nisan 2021 Prens Philip’in ölmesi 

Ziya Selçuk 

13 nisan 2021 tam kapanma olma ihtimâli

Evli olduğu halde dans kursuna giden kadın 

Fazla zeka gerektirmeyen üniversite bölümleri 

1.90 boyundaki Türk erkeği

ve son olarak; 

Düşün ki o bunu okuyor. Başka bir deyişle bugünkü yazımın içeriği. Al sana konu


İnsanlardaki artık nasıl bir yokluksa, belki o kişi okursa diye, Ekşi Sözlük’e yazıyorlar. O kişi deyince, sadece eski/yeni  manita veya platonikleriniz gelmesin aklınıza. Tabi,’o’ kişiden kasıt daha çok romantik olsa da; gıcık üst kat komşu, sinir bozucu patron, sünepe kardeş, kıl tez danışmanı, narsist kayınvalide, basiretsiz devlet büyüğü, dümbük amcaoğlu, şerefsiz kirâcı vb. de içine alan çok geniş bir skalası var bu başlığın. Dargın olduğunuz yakınlarınız ve belki de en hüzünlüsü, artık hayatta olmayan ve çok o özlediğiniz insanlar da dahil. 

Canlar ve cananlar, 

Bu dünyadan ayrılmış sevdikleriniz için bir şey diyemeyeceğim. Ama hâlâ hayatta olan ‘o’kişi söz konusuysa, neden bu kadar çaresizsiniz ya?

Her türlü iletişim imkânlarının mevcut olduğu bu çağda, hâlâ doğru düzgün iletişemiyorsanız, çaresizlikten Ekşi’ye yazıyorsanız, kusura bakmayın da bunun nedeni sadece ve sadece EGO fazlalığınız. Yani kibir. Ve beraberinde önyargı. Sorunun büyüğü bu. İnin o gurur dağından! 

Gavur rapçiler boşuna demiyor ha bire nerdeyse hemen hemen her şarkıda:

‘Baby, talk to me.’ diye.

Ama bi yerde sizi de haklı buluyorum çünkü günlük hayatta iletişim tamamen tesadüf işi, çoğu zaman sit-com tadında: imâlar, tripler, tavırlar, yanlış anlaşılmalar... Ama gerçekte, sit-com’lardaki gibi her zaman tatlıya bağlanmıyor olaylar. Bir an geliyor, öyle çaresiz kalabiliyorsun ki; ‘Düşün ki o bunu okuyor’ başladığının altına yazmaktan medet umuyorsun. Mâlum kişi okuyacağından değil de, işte... Umut fakirin ekmeği. 

Gönülden gönüle bir yol var belki, evet, ama diyalog yok. Olansa sınırlı ya da kasıntı. Pamuk ipliğine bağlı, kopmaya çok meraklı. 

Meselâ, sen bir şeye tavır yaparsın, trip atarsın. Karşı taraf bambaşka bir şey anlar, ona bozulur. Sen bir şey beklersin ama söylemezsin, ‘ben istedikten sonra ne anlamı var?’ diye. Bu defa da karşı taraf anlamaz, sen de ona bozulursun. O da sana bozulur, bu da durduk yere her şeye bozuluyor diye. Bu böyle sürer gider, iş iyice sarpa sarar. Ha, belki bu arada şans eseri, binde bir ihtimâl de olsa, karşı taraf senin söylemek istediğin şeyi doğru anlayabilir. Çok şükür. Ama çok nadiren oluyor bu. 

İlişkilerde dürüst olabilsek, ortalama Türk insanı olarak hepimizin ömrü kafadan bi 5 yıl uzar sanki. Karşı taraf için, ‘Acaba ne demek istedi?’, ‘Bu da ne demek oluyor şimdi?’ ya da‘Acaba ne düşünüyor?’ diye düşünürken ömrümüzden ömür gidiyor çünkü. 

Harika entry’ler var, çok eğlendiren, çok güldüren... Çok düşündürenleri de var. Bazı anılar meyilli ve yokuş. İstesen de çıkamıyorsun. Nefesin kesiliyor. Dalağın şişiyor. 

Ekşi Sözlük’ü de kutlamak lazım tabi, bu konuda 3500 küsür gönderi var. Resmen amme hizmeti yapıyorlar. 

Bi göz atın derim, işte burda. Covid’i düşünmeden geçen bir zaman aralığınız olsun bugün. İyi kafa dağıtıyor. Haa, bi de ekşicinin biri, belki de tutup size yazmıştır. Denk gelirsiniz falan. Niye, olamaz mı yani? Hadi, bendesiniz. Bu kıyağımı da unutmayın. Gerçi hepimiz, yerine/adamına göre cevapsız çağrılara dönmeyen ya da geç dönen, görüldü/mavi tik’i iplemeyen, tenezzül edip story’lere bakmayan veya DM kutusuna gelen mesajı haftalarca bekletip öyle açan hatta belki de hiç açmayan tipleriz. Ekşi’deki bi entry bizi bozmaz abisi. 

Hiç tanımadığım insanların başkalarına duydukları özlemi okumak içimi burktu. Niye üzüyorsunuz, neden bu kadar çaresiz bırakıyorsunuz bu insanları lan? Yazık değil mi, allahsızlar! 

O zaman alıııın sizeeeee! 

>>>>>

Kadebostany- Walking with a Ghost

NOT: Bir defa dinlemek asla yetmez! 

3 Nisan 2021 Cumartesi

SİZİ SEVENİ ÜZÜN, DÜZENE UYUN!

Ahh blog, seni ihmâl ettim. N’apim, ne zaman aklıma gelsen uyku bastırıyor. Her ‘hah, şunu yazayım bari’ dediğimde esneme krizlerine giriyorum. My dear blog, esneme engeline takılıyorsun yani bu ara, sorry! Esnemekten ağzım ayrılıyor. Boz ayrılara taş çıkarırım, o derece. Havalardan kuzum, havalardan! Her bi halt havalardan zaten! İyi ki havalar var, yoksa bu ruh halimdeki dalgalanmalar da dâhil, türlü çeşit arızayı neye bağlıcaaktım? 

Ya da, tam fotoğrafları yüklüyorum, yazmaya başlayacakken daha önce izlemediğim bi film karşıdan göz kırpıveriyor. ‘Neyse canım, yarın sabah kahve içerken yazarım’ diyorum, sonra yine yazamadan hooop diye yapılacaklara dalıyorum. Bi gayret, sana postlamaya girişecek oluyorum, yine çok geçmeden gelen maillere gömülüyorum. Mail kutum ilân etmekte geciktiğim ödev notlarının akibetini tırtıklayan e-postalardan geçilmiyor. Sınav/ödev bombardımanındayım.

Blogger sayfasını açıyorum aslında, minik çapta bir girişimim var neticede. Ama yazmak bir türlü kısmet olmuyor. Odaklanma sorunu da yaşıyor olabilirim, baksana bugün kafein bile görevini tam anlamıyla yerine getiremiyor. Bi de polen faktörü var tabeee. Polenler başımdan aşağı boca olur olmaz hepsi birer yorgun his molekülüne dönüşüyor. 

Hayat çok tuhaf bişiii, biliyor musun? Dün ağlamaklıydım, bugünse yüzümde salak bir tebessüm var. Tek cümleyle özetlemek gerekirse: 

He would always win the fight! Bang bang! 

O gazla, oturdum başına. Bu defa yazıcaam bak galiba

Birkaç gündür şehr-i İstanbul’daydım bir de tabi, o da var. İstanbul deyince... Yoğun temposunda ve kaosunda doğup büyümediğim için aslında kendimi şanslı hissettiğim şehir. Tamam beee, bugün bulaşmıcaam sosyal içerikli konulara! Daha duygusal takılcam. 

O İstanbul ki; bir dargın, bir barışık, umutsuz bir ilişkimiz var nicedir. Evet, İstanbul’la gerginiz, blog! Barındırdığı enva-i çeşit dengesizliğiyle, beni yoran şehir. Şikayet edip, kaçtır arkamı dönüp gitmeye çalışsam da, her defasında noktalı virgülle yeniden, bir şekilde, beni kendine bağlayan, vurgun olduğum şehir. Kendisine hep yenildiğim şehir. Kendisinden bilerek uzaklaştığım anlarda bile, belki de burnumda tüttüğünün farkındadır. Ben her ne kadar gurur yapıp, açığa vurmasam da...Kuyruğu dik tutmaya çalışsam da...Sevgi bu. Gösterilen değil, saklanamayan bişiii sonuçta. İnsan sevildiğini ne olursa olsun hissetmez mi? Şehirler de insanlara benzer. İstanbul da öyle. Bence hissediyor. Saklayamıyorum onu sevdiğimi. 

Ne çok özlemişim. Ne çok. Yüzyıl olmuş sanki yüzünü görmeyeli. Bir fotoğraf karesi bile beni darmadağın etmeye yetti! O da ben de tavırlı olsak da! Kim kimi alttan alacak? Yoksa bizi hep mesafe mi paklar? 

Aslında mesafelerin hiçbir önemi olmuyor sevince. İnsan kalbindekini hep seviyor. Hep özlüyor.

My dear 7 tepeli beauty, n’olcak bu işin sonu? Bi başı var mı ki sonu olsun? Şâibeli. 

İp işte burada kopuyor. 

En çok kimi seviyorsan, seni en çok o yorar. Ki bu tuhaftır. Seni en çok kim yoruyorsa, en çok onunla huzur bulursun. Ki bu daha da tuhaftır. Ve huzur bulduğumuz şeyler için, her zaman yorulmaya değer. 

O zaman sürünmeye devamkee! Ne diyim, müstehâk! 

Bu postta duygusal takılcam demiştim ya hani blog, işte seni seviyorum desem fazla mı saçmalarım? Söz, daha sık yazıcam. Arayı açmıcam blogcum. N’olur bana darılma. 

O zaman, al sanaaa! 

Hazııır!

Ateeeeşşşş! 

Direk booom! 

Kafadan booom! 

Şehr-i İstanbul ve o zât-ı şahânenin şerefine, 

Dinle >>>

Galata

Hadi, ben kaçar! 

Hug!