29 Kasım 2020 Pazar

AY TUTULMASI

Dünyadaki her şey işaretlerle dolu. Olan her şey, birbirine ilâhi bir şekilde bağlı ve birlikte nefes alıyor. Özellikle gökyüzünü dinlemek çok önemli. Her ne kadar eski bir ilkçağ inancı olarak görülüp, günümüzde küçümsense de, gökcisimlerinin hareketlerinin kaderimizi tayin ettiğine inananlardanım. Tıpkı bugün gerçekleşecek olan 30 Kasım 2020 Ay tutulması gibi.

Ayın kütle çekim kuvveti, okyanuslarda metrelerce gelgit etkisi yaratabilirken, tüm bunların bu ortamda yaşayan biz insanların biyoenerjik yapısına doğrudan ya da dolaylı etkilerini ne derece gözardı edebiliriz ki? Astroloji, Astronomiye dayanıyor. Ve o ölçüde gerçek. Kâdim medeniyetlerin, epeyce süre sırlarına vâkıf olduğu bir bilim. Bâbiller’ in bizlere bir armağanı. Ancak, ortaçağ süzgecinden geçtikten sonra, günümüzde sadece kırıntıları kaldığı için pek çok açıdan çelişkili ve yetersiz görünmekte. Gelecekte daha bilinçli zihinler tarafından, çok daha yapıcı bir şekilde ele alınabilir belki, ancak günümüzde gazetede boş sayfaları dolduran ve kimilerinin çıkarı için para kazandıran ikiyüzlü bir araçtan öteye gidemiyor maalesef. Bazı geyiklerin sonu gelmiyor. 

-Hadi ya, burcu ne? 

-Boğa. 

- Evet, doğru. Boğalar biraz şey olur. 

—————————————————

- Allah allah! Burcu ne ki? 

-Oğlak. 

- Hımmm, evet, oğlağın eti biraz sert olur. 

—————————————————

-Burcu ne? 

-Yengeç. 

-Yengeçler aslında hiç öyle olmaz ama...

-Yükseleni manda bunun.

-Ha, tamam öyleyse. 

Astrolojide Ay, duygu dünyamızı, bilinçaltımızı, geçmiş ve anılarımızı temsil eder. En çok kırılganlık gösterdiğimiz konulardır bunlar. Ay tutulmaları ayın dolunay hâlinde gerçekleşip, sıradan bir dolunaya göre kat kat güçlü manyetik etkiler oluşturduğu için, beraberinde değişim, dönüşüm ve tamamlamalar getiriyor. Bu esnada elbette ki bazı burçların da ağzına tükürüyorlar. Yılda 3 ya da 4 kez, zıt burçlarda meydana gelen bu tutulmaların etkisini 1-4 ay arası geçen sürede görmek mümkün. 

Tutulmalar aynı zamanda kozmik de. Bir çok ülkenin geçmişinde Ay tutulması ile ilgili ilginç kayıt ve olaylara rastlanır. Yangın, sel, deprem gibi pek çok doğal felâket Ay tutulmalarıyla ilişkilendirilmiştir. Bunu kendine iş edinen komplo teorisyenleri var, üstelik dünyanın hemen hemen her yerinde. 

Ancak her zaman olumsuz anlama da gelmiyor Ay tutulması. Gözümüz korkmasın. Çeşitli ritüelleri gerçekleştirmek için mükemmel bir zamanlama olduğunu düşünüyorum. Tutulmanın bağlayıcı etkisi sayesinde, tutulma zamanı hayatımızdan mikropları atmak, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, yarım kalan işleri tamamlamak için bir fırsattır. Çünkü tutulmada gidenler, asla geri dönmezler. Pek çok kez tanıklık ettim buna. Bitişler ve başlangıçlar. 

2020’nin bu son Ay tutulmasının izlenebileceği ülkeler arasında ne yazık ki Türkiye yok. Bugün, an itibarı da dâhil, güzelim bir dolunay görebiliyoruz gökyüzünde sadece. Çok severim. Ayın her hâlini belki de, ayrı ayrı. Ama dolunay bambaşkadır. Bu güzelliğe şahit olduğunun farkındalığından yoksun bir insanlık var. Onlar arıya da şaşırmazlar. Açan bir çiçeğin rengine de. Bir kedinin güzelliğine de. Kendi ellerine, gözlerine de hayret etmezler. Ama bir robotun hareket etmesi heyecanlandırır onları. Bir Hollywood film efektine hayran hayran bakakalırlar. Ah insanlık, ne hâldesin! 

Peki, bu dolunay ve tutulma benim için ne ifade ediyor? Henüz bilmiyorum. Ama yolumu aydınlatacağına inanmak istiyorum, yönünü epeydir şaşırmış, karanlık ve sarpaşık olan.Vâdesi dolan her şeyin biteceği bir aralık olsun inşallah bu. Yüzleşeyim. Cesaret edemediğim büyük değişimlere güç ve moral kaynağı olsun. 

Tutulmanın etkilerinin önümüzdeki yıla, yani 2021’e sarkacak olması önemli bir detay. 2021’den umutlu olmam için bir sebep daha. 

İyi ki yarın var, umutların en sevdiği gün. 


19 Kasım 2020 Perşembe

NEDEN RESSAM OLAMADIM?


Küçükken, her çocuk gibi, ben de çok severdim resim yapmayı. İlkokulda en sevdiğim ders Resim dersiydi. Büyüyünce, prensesten sonra en çok ressam olmak istiyordum. Can sıkan Matematik’den, ciddi anlamda yoran Fen Bilgisi’nden uzak olmayı kim istemez ki? Deli gibi yazı yazılan Türkçe dersinden bahsetmiyorum bile! 

Böyle koskocaman beyaz sayfayı açıyordun telli resim defterinden, o zaman her şey bambaşka oluyordu. Sayılar yok. Satır satır yazma yok. Muhteşem. İçinden ne geçerse çiziyorsun. Boyuyorsun. Rengârenk. 

Mâlum, bizim kuşakta resim dersini sınıf öğretmeni verirdi ilkokulda. Branşa özel, resim eğitimi almış bir kişi değildi. O yüzden sanatsal dehâsı yüksek çocukların fark edilmesi de ilkokulda pek mümkün olmuyordu. Yerli Malı Haftası, Kızılay Haftası, Yeşilay Haftası çerçevesinde ha bire boyuyor da boyuyordunuz. 

İdeal bir dünyada, ilkokul düzeyinde Müzik dersiyle birlikte Resim dersinin diğer tüm derslerden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü her çocukta az ya da çok bulunan yaratıcılığın büyüme çağında katledilmeden kalmasını, hatta gelişmesini sağlayan dersler bunlar. 

Küçük yaşlarda sanatı ve sistematik düşünceyi doğru düzgün tanıtan dersler almış çocuklar, ilerde hangi mesleği yaparsa yapsın, alanlarında fark yaratıyorlar. Seçilmiş yetişkinler oluyorlar. Ama bizde işler at yarışı mantığıyla yürüdüğü için, her çocuk akademik olarak başarılı olmak zorunda ve bu tabloda Resim ve Müzik dersleri hak ettikleri değeri bulamıyor. 

Sanki tam da bizim gibileri kastederek demiş A. Einstein

Aslında herkes dâhidir ama siz kalkıp bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir. 

Ortaokul ve lisede üç tane resim öğretmenim oldu. Üçü de aynıydı. Suratsız ve gudubet. Üstelik nasıl resim yapılacağını asla öğretmiyorlardı. Tek bildikleri ‘gelecek derse suluboya getirin’ ya da işte ‘gelecek hafta guaj boya getirin’ demekti. Sonra ya ‘serbest çalışın’ derlerdi ya da rastgele bir konu verirler, ‘şunu çiz’ deyip kenara çekilirlerdi. Çizeyim ama nasıl? Bir keresinde bir resim yapmıştım, öğretmenim “bu insanlar havada uçuyor mu böyle?” diye ergen sınıfında beni rezil etmişti. Sanki resimde derinlik nasıl verilir öğretti de, ben beceremedim sanırsın. Sadece eleştirmeye yaradılar. Salla başını al maaşını. 

Sulu boya nasıl kullanılır? Pastel boya tekniği nasıldır? Yağlı boya yapmanın püf noktaları nelerdir? Anlatmazlardı. Bu bir Matematik öğretmeninin sınıfa gelip “ 20 toplama 20 de çıkarma işlemi yapın” deyip geçip oturmasına benziyordu. Matematikte öğretilecek çok şey varken, Resim dersinde yok muydu? 

Hacim, yükseklik, perspektif, gölgelendirme, ışık, renk teorisi.. öğretecek o kadar çok şey vardı ki. Ne bileyim,  Picasso’yu anlat, İbrahim Çallı’yı anlat. Resim akımlarını anlat. Al çocukları bir sergiye götür. Basit yollu da olsa bir sergi yap. Resim sanatına ilgi uyandır, sevdir. Ben mi söyleyeyim bunu? Resim yetenek işi, elbette her çocuk ressam olamaz. Ama öğretilirse belli bir düzeyde resim çizebilir, tekniği öğretilirse güzel boyayabilir. Bu işten keyif alıp, hobi edinebilir. İleride kendini güzel ifade edebilen, mutlu, yaratıcı ve sanata gönül vermiş bir yetişkin olabilir. 

Ha, müfredâtta bunlar yoktu, öyle mi? Ama sanatçı olmak için yola çıkıp, bordrolu olmanın bedelini öğrenciye ödetmeye hakları da yoktu. Takip edilmesi gereken bir müfredât vardı elbette, ama öğretmenin inisiyatifi, yaratıcılığı nerde kalmıştı? Çoğu okulda hâlâ branş resim öğretmeni olmamasından dolayı, ders boş geçmesin diye başka branşın öğretmenlerinin yaptığı resim derslerinden ne farkı kalıyordu bunun? 

Sadede geliyorum. Sonunda ne prenses olabildim ne de ressam. Profesyonel olarak beni teşvik eden de olmadığı için, belki yeteneğim vardıysa bile köreldi. Amatör bir resim sever olarak kaldım, resim sever bir İngilizceci.

Pandemi nedeniyle evde çok vakit geçirmeye başlayınca, Instagram’da suluboya tekniği ile resim çalışmaları yapan birkaç hesabı takip ettim ve yıllar sonra yeniden resim yapmaya başladım. Çocukluğuma geri döndüm. Çok mutlu oldum. Anladım ki suluboya yaparken boyadan çok alacaksın, sudan ise çok az. Halbuki okulda tam tersini yapardık ve öğretmen bu konuda tek bir kelime dâhi etmez, yönlendirmezdi. Ortaya da bulaş bulaş, şekilsiz, iğrenç resimler çıkardı. Birkaç ayda, tüm öğretim hayatım boyunca öğrenemediğim kadar şey öğrendim bu hesaplardan, meselâ gelincik çizip sulu boya ile renklendirmeyi. 

Acaba bu ülkeden neden hiç ressam çıkmıyor diye düşünüyor muyuz? Sanata değer verilmeyen bir memlekette, nasıl çıksın ki? Topluma sanatın değeri hiç bir şekilde öğretilmiyor. Bir uygarlığı ileri taşıyacak iki şey bilim ve sanattır. İkisinden de bihaber yaşayıp gider olmuşuz. Hayal gücümüz yok. Standardın ötesine geçemiyoruz, standardı da başkaları belirliyor üstelik. Buna sebep Resim öğretmenleri mi? Bir ölçüde, evet. Gerçi ülkeyi yönetenlerin ve milli eğitimin vizyonunu düşününce, çok bir şey de diyemiyorum. 

Olan benim resim kariyerime oldu. 


16 Kasım 2020 Pazartesi

ZEYTİN AĞACI




Zeytin, kendine en çok anlam yüklenen ağaçlardan biri. Tüm kutsal kitaplarda ve mitolojide yaradılışın var ettiği ilk ve en yüce ağaç olduğuna inanılıyor. 

Öyle ki, tohumu cennet bahçesinden alınan ve Adem babanın mezarında filizlenen üç ağaçtan biriymiş.

Nuh Tufanı’ndan sonra yeryüzünde beliren ilk ağacın zeytin olduğu yüzyıllardır anlatılagelir. Nuh peygamberin gemisinden uçurduğu beyaz güvercin, ağzında zeytin dalıyla dönünce suların çekildiği ve tufanın bittiği anlaşıldığı rivayet edilir. Barışın sembolü olmasının nedeni de budur. 

Musevilikte, zeytin ağacı yine aynı şekilde kutsaldır. Tevrat’ta refâhın ve bolluğun simgesidir. Davud peygamber, Abşalom’dan kaçarken, Kudüs’ün doğusundaki Zeytinlik Dağı’na tırmanmış ve orada saklanmıştı.

Hristiyân inancında, zeytin tanelerinden elde edilen yağ kutsal kabul edilmiş, bu yağ ile kutsanmak en önemli yükseliş olarak görülmüştü. İsâ peygamberin son nefesini verdiği yer bir zeytin bahçesiydi. Çarmıha gerildiği haç da zeytin ağacından yapılmıştı. 

İslâmiyette, zeytin üstüne yemin edilen kutsal bir ağaçtı. Kurân-ı Kerim’de ‘nur üzerine nur’ olarak müjdelenmişti ve peygamberimizin ‘Elinizde dalı olsa, öleceğinizi dâhi bilseniz, toprağa dikin’ dediği ağacın zeytin olduğu rivâyet edilir. Zeytin ile iftâr yapmak çok eski bir gelenektir. 

Antik Mısır’da firavun Tutankamon’un başındaki zeytin yapraklı taç, sağlık ve bilgelik demekti. Benzer şekilde yine ünlü firavun Ramses, tüm bulmacaların vazgeçilmezi, soldan sağa iki harf olan Güneş tanrısı Ra’ya, zeytin dalları sunmuştu.

Antik Yunan’da ise zeytinin anlamı ölümsüzlük ve yeniden doğuştu. Ayrıca sağlık ve güzellik iksiriydi. İnanışa göre, Atina’nın koruyucu tanrıçası Athena, yeryüzündeki ilk zeytin ağacını topraktan yeşertmiş ve onu halkına armağan etmişti. Pers işgâlinde Akropolis yandığında, ilk önce o ağacın ateşe verildiği anlatılır. Ama zeytin öyle dirençli bir ağaçtır ki, ölse bile köklerinden yeniden sürgün verebilir. O yüzden ona ölümsüz ağaç denir. Hâlen Atina Akropolü’nde o ilk zeytin ağacının filizlerinin olduğuna, hatta zeytinin tüm Yunanistan’a o ağacın sürgünleriyle yayıldığına inanılır. Sezar’ın zeytin dalından bir taç taktığı bilinir. Benzer şekilde, olimpiyat oyunlarında kazanan kişiye de zeytin dalından yapılmış bir taç takılması kâdim bir Yunan geleneğidir. 

Zeytin, Atina şehrinin hâlâ simgesi. Tüm şehir zeytin ağaçlarıyla bezeli; parklar, bahçeler, kaldırımlar, dükkân önleri, tüm balkon ve pencereler. 

Geçen yıl tam da bu zamanlar oradaydım. Kasım’dı ama bildiğin Ağustos sıcağı. Uzun bir günün sonunda, Monastraki Meydanı’na çıkan genişçe bir caddenin üzerindeki o zeytin ağaçlarından birinin gölgesine sığınmış, eğri büğrü gövdesine sırtımı vermiş, dinleniyordum. Yorulmuş ve acıkmıştım. Telefonum o gün 32 bin adım attığımı gösteriyordu. Bir uçtan bir uca tüm şehri yürümüştüm. Her sokak başını tutan bir sokak müzisyeni vardı. Yakınlarda bir yerden de arp sesi geliyordu. 

Önceki gün, travel buddyim Y. ile birlikte Akropolis’den aşağı inerken, Plaka civarında, bir sokak satıcısından birer tane bu zeytin dalı taçlardan alıp takmıştık hemen başımıza. Biz turistiz diye bas bas bağırıyorduk! 

Kafam da kalbim de karışıktı. Ton balıklı sandiviçimi dişlerken, kendimi en az bu sırtımı dayadığım zeytin ağacı kadar yaşlı hissettim.-ki gövdesinin boyuna bakacak olsan en az 1000 yaşındaydı- Gölgesinde benim gibi kimbilir daha kimler oturmuş, nice sevgili sarılmıştı birbirine. Ne çok şölen ve dört mevsim görmüştü, nice doğum ve ölüm. Ama sanki o değil de, bendim onca şeyi gören ve yaşayan. Öyle bir ağırlık vardı üstümde. 

‘Eee hatun, 32 bin adım atmışsın! Ne bekliyordun ki?’ diyeceksiniz. Ama ondan değildi bu ağırlık. Bir 32 bin adım daha atabilecek kondisyona sahiptim. Daha genç sayılırdım. Saçımda henüz tek bir ak bile yoktu. Anti-aging kremlerimi düzenli kullanıyordum, yediklerime dikkat ediyordum, kolajen takviyesi almama daha çok zaman, beni bekleyen daha pek çok rota vardı. Gerçekleştirmek içinse pek çok hayal. 

Ağaçlar da insanlar gibidir derler ya, konuşur ve hisseder. Öyle bir bağ oldu aramızda. Önce konuşmadım çünkü salakça geldi, ama hissetti. Sonra konuştum, ağaç da sanki beni dinledi. Kısmet olursa, bir gün zeytin ağaçlarının gâni olduğu bir Ege toprağının hanım ağası olmak istiyordum, ayağımda körüklü çizme, başımda zeytin yeşili yazma. Dallarına renkli ampüller takıp, akşam olurken ışıklar altında harmandalı zeybeği oynamak hayalimdi. Anlattım. Ama emekliliğime daha çok vardı. Peki öyleyse neden böyle yaşlı hissediyordum? Sadece ben biliyordum sebebini. 

Orda, bu zeytin dalını ağacın gövdesinden koparıp, sırt çantamdaki Atina şehir haritasının arasına koydum. Kurutup saklamak için, hatıra olarak. Eve dönünce, kendime bir zeytin fidanı almaya karar verdim o gün, saksı bitkisi olarak, mutfakta büyütmek için. Söz verdim. 

Yakınında yaşayınca, her sabah onu görüp, güne onunla başlayınca ömrüme ömür katacaktı. Kolay kolay yaşlanmayacaktım. Biyolojik saatim böylece duracak, göz kenarlarımda kazayağı çizgilerim çıkmayacak, her Şubat’ta pastamın üzerinde gitgide kalabalıklaşan mumların sayısı böylelikle sabitlenecekti. Mâdem yakın zamanda bir Ege kasabasında yaşama ihtimâlim yoktu, bir yerden başlamalıydım. Geç bile kalmıştım. 

Geçen yıl bu zamanlar, Atina’da, o zeytin  ağacının altında, kafam da ve kalbim de karışık, işte bunları düşünmüştüm bu zeytin dalına bakarken. Orda oturduğum süre boyunca Spotify’ımda bu çalmıştı. Belki 10 kez çaldı. Aralıksız. Şarkının sözlerinde de zeytin ağacı geçiyordu çünkü.

Güzel bir öğlen sonrasıydı, 

Zeytin ağaçları arasında. 

Hiç kimse seni nasıl sevdiğimi görmedi, 

Nasıl sevdiğimi seni. 

Şimdi, bu zeytin ağaçları uyuyor. 

Ama ben uyuyamıyorum. 

Canımı nasıl yaktın anlayamıyorum, 

Bana verdiğin bunca sevgiden sonra.

Çok içli. Kibâriye’nin İspanyol muâdili. Dün sabah Spotify’ımda 2019 Favori Şarkıların klasörünü açmış bulunup, birden aynı şarkı çalmaya başlayınca, beni alıp o güne götürmesin mi? Şarkılar resmen zaman makinası! Bizi bir anıya alıp götürmekte üstlerine yok! O an, Atina’da verip de unuttuğum zeytin ağacı sözümü yeniden hatırladım. Tam bir yıl geçmişti. Kafam ve kalbim hâlâ karışık. 

Bu sabah yaptığım ilk iş, geçen gün Migros’ta gördüğüm o zeytin fidanını almak ve saksıda evcilleştirmek oldu. 

Tanıştırayım sizinle de, işte zeytin ağacım! 

Ne kadar da güzel, değil mi? 

Nihayet! Tam bir yıl sonra, gecikmeli de olsa. Hem Atina’da gölgesinde dinlendiğim o zeytin ağacına hem de kendime verdiğim sözü tutmak, hem de hiç ölmeyecekmiş gibi bu fidanla hayata bağlanmak için, alıp diktim bugün onu. 

Zeytin dalı tacımı da arayıp buldum attığım bir çekmecenin dibinden, taktım saçıma seraya giderken. Tam teçhizat. Ya hep, ya hiççiyim! 

Ölümden korktuğum halde, sanki ölüme inanmıyormuş gibi. Yaşamak daha ağır bassın diye. 

Sanırım orta yaş bunalımı böyle bir şey. 






15 Kasım 2020 Pazar

İMPARATORUN DÖNÜŞÜ


Vann, tuuu, tiriii, forroooo! 

İbo Şov yıllar sonra ekranlara geri dönmüş. Salgın, deprem derken bir de bu çıktı. Gerçekten enteresan bir yılsın 2020.

Şaka bir yana, İbrahim Talıses’in bizim kuşakta yeri farklıdır. Hiç dinlemiyorum diyen bile en az on şarkısını ezbere bilir. Hatırlattığı duygularla bizi çok eskilere, çocukluğumuza götürür. Kim ne derse desin, Türkiye’nin en büyük seslerinden biri olarak adını tarihe yazdırmıştır.

Mafyatik, kadın düşmanı, kaba saba ve her devrin adamı saçma sapan davranışları bir tarafa, adamın sesi ve ortaya koyduğu şarkılar çok kalitelidir. İnsanı ikileme sokan da zaten budur. Televizyon programı olan İbo Şov’da öyle, aynı şekilde hem basitlikler içerirken, hem de yıllar içinde pek çok değerli sanatçıyı ağırladığı ve 90’ların eski güzel günlerini bize hatırlattığı için özlenmiştir. İbo’nun tarzı ile pek barışık olmasam da, bende hâtırı her dâim vardır. Sesine ve sanatına saygım, hayranlığım sonsuzdur. 

Herkes Instagram’da programın bir bölümünü paylaştığı için İbo Şov’u izlememe gerek kalmadı. Nerdeyse tüm programı izlemiş kadar oldum. İlk izlenimim mihrâbın hâlâ yerinde durduğu yönünde oldu. Ne varsa eskilerde var. Sadece canlı olarak ‘Haydi Söyle’yi seslendirdiği için bile benim için amacına ulaşmış olan programdır. Diğer yaşça daha genç ve sağlıklı iki konuk playback yaparken,  68 yaşında, kafasına mermi yemiş, diyafram da dâhil vücudunun yarısı felçli olan İbo canlı şarkı söylüyor! Olaya bakın hele. İmparatorun dönüşü değil de ne bu, sorarım size. Biz o yaşa geldiğimizde derdimizi anlatabilecek miyiz bakalım? Detonesi bile bugün benim diyen şarkıcıyı sallar atar! 

Programa gelince, format 20 yıl öncesiyle birebir aynı. Konuklar var, espri var, eğlence var. Tek farkla, dansöz yok! Bence İbo ilk bölümün altından kalkmış. Helâl olsun. Şu nağmesiz, eski İbo parçalarının neredeyse hiçbirinin olmadığı ilk bölümüyle bile izlenme rekorları kırmış, gündeme oturmuş durumda. Daha kaç bölüm gider, izlenme oranları nasıl devam eder tam bilemiyorum, ama İbo’nun gücü yettiğince çokça sevilip izlenecektir. Hülya, Bülent, Tarkan, Ajda, Sezen, Kibâriye, Ebru ile filan bir 8-10 bölüm daha gideri var. İmparatora son bir jübile olarak çok da güzel bir hatıra. 

Zamanının en iyi orkestralarıyla çalışıp, unutulmaz konserler veren, ölümsüz şarkıları ve o eşsiz sesiyle milyonlarca insanı arkasından sürükleyen, albümleri yok satan, peşinde magazin ordularıyla gezen, tv şovunda keklik gibi sekerek halay çeken o imparatorun şimdi yerinden hiç kalkmayıp, öylece köşede oturuyor olması çokça hüzünlendirdi beni. Dağ gibi adam ne hâle gelmiş dedim. Keşke karanlık işlere hiç bulaşmasa, bizi böyle bir ses ve yorumdan yıllarca mahrum bırakmasaydı. Ama hâlen yaşadığına, hayata tutunduğuna, şarkı söyleyebiliyor olmasına sevindim de. Ne olursa olsun, sesindeki o tını bana hâlâ o eski imparatoru hatırlatıyor. 

Size İbo’nun en sevdiğim klâsiklerinden biriyle veda ediyorum. İşte burda

Ve hoşgeldin diyorum ona. İyi ki geldin İbo! Allah seni var etsin! 











11 Kasım 2020 Çarşamba

ŞEMS


Günümüzde mağdur bir kişilik aslında o. Sosyal medya paylaşımlarında, özellikle de Facebook’ta, saçma sapan, ağlak, çoğu zaman kendine ait olmayan sözlerin altına adı yazılan mağdur mu mağdur bir kişi hem de. Onu gerçekten tanımasanız, hayatını aforizma üretmekle boş beleş geçirmiş bir müptezel sanırsınız. 

Buna bir ölçüde sebep Elif Şafak’ın Aşk romanında kurguladığı karakterdir diyebiliriz. Şems-i Tebrizi’yi öyle sulandırmış, öyle özünden uzaklaştırmıştır ki, popüler kültürün bir oyuncağı yapmıştır. Rahmetliyi mezarında adeta ters döndürmüştür! Roman boşuna yok satmadı yani sizin anlayacağınız. Hoş, reklamın iyisi kötüsü olmaz kafasından yola çıkarsak, Şems’in geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan yine Elif Şafak’tır. O nedenle bir teşekkürü de hak etmektedir şimdi, doğru ya doğru. 

Benim Şems’i tanımam ise Aşk romanı piyasaya çıkmadan çok daha önce, 2006 senesinde, Konya’ya ilk gidişimle olmuştur. Bir insan Konya’ya niye gider? Köpüklü havuz partisi için değil elbette, öyle değil mi? Mevlâna ve Şems için, türbe ziyaretine gider. Yani bir şehir olarak Konya’nın turist çeken yanı budur. Başka da bir numarası yoktur. 

Gitmeden önce Mevlâna hakkında az çok bir fikrim olsa da, Şems benim için kocaman bir soru işaretiydi. Hatta adını ilk oraya gidince duydum. 

Mevlâna’nın o şatafatlı ve insan seli türbesinden az biraz uzaktaydı Şems’in türbesi. Sade ve yapayalnız. Öyle bakımsız, öyle gösterişsiz bir türbeydi ki, daha mânevi, daha samimi geldi bana. İşte böylece, daha ilk gördüğüm andan itibaren sevmeye başladım ben onu. Benim için genelde öyledir. İlk görüşte seversem, severim. Sonrası pek olmaz. Peki, birini tanımadan sevmek mümkün mü? Mümkün. Bilen bilir. İlk görüşte aşk dedikleri. 

Ortada bir Allah’ın kulu yoktu. Öyle ki, yanlış yere mi geldim acaba diye düşündüm. Henüz içeri girmemiş, muşamba gerili kapısında durmuş, türbeyi incelerken bir adam çıktı içerden. Orta yaşlı, kır saçlı, esmerden bir adam. Tanımam etmem. Birden karşı karşıya kaldık ve benimle konuşmaya başladı. Haydaaa! Dedim ki çattık. Hırlı mı hırsız mı, deli mi manyak mı? Şunun gibi birşeyle başladı söze:

“Ne yazık değil mi? Ayrı düşmüşler.”

Ben hiçbir şey diyemedim tabi. Tek bir kelime dâhi. Korktum. Bir adım geri çekildim. Zaten konuya da hâkim değilim. Niye oraya gittiğimi bile bilmiyorum. Dediler ki bir türbe daha var, onu da gör. Şu tarafta. Öylece gittim. 

Sonra, adam konuştu konuştu. Bir tuhaf. Geçmiş zaman, her dediği aklımda değil. Ama en son şunun gibi bir şey söyledi: 

“Sanıyorsun mu ki ayrı düştüler? Burası ateş, orası kor. Onlar ayrı değil hiçbir zaman.”

Ben tam ağzımda bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki, beni dinlemeden, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yürüdü gitti. Bakakaldım peşinden. Ürperdim. Tövbe bismillâââh!  Neydi şimdi laaaan bu böyle?! Tekinsiz herif! Üç felâk, üç de nâs okudum arkasından. 

Bir an türbeye girip girmemek arasında kaldım. Huylandım iyice. Sonra birkaç kadın daha gelince o ara, cesaret buldum, onlarla birlikte ben de girdim içeri. O gün orda okuduğum üç kulhü bir elhâm Şems’in ruhuna gitti mi bilmem, ama o gün onu tanımayı aklıma koydum. Girdi kalbime nasıl olduğunu anlayamadan. Aşk da böyle apansız olmaz mı hep zaten? Beklemezken gelir. Bir çukur gibi, birden belirir önünde, düşüverirsin içine. Onun için aşka düşmek deniyor ya işte, ya da fall in love

Mevlâna ve Şems’in karşılaşmaları da böyle olmuş. Apansız. İkisi de düşüvermiş o aşk çukurunun en karanlık dibine. Aşk yarıştırılmaz elbette, ama Mevlâna bu çukurun bir kaç derece daha derinindeymiş sanki. Şems kaçmış, Mevlâna kovalamış. Bir taraf hep daha çok sever ya hani. Asla eşit olmaz çünkü. Aşkın fıtratında var bu. Daha az seven taraf ilişkiyi yönetir, çünkü çok seven taraf diğerinden gelecek her şeye râzıdır. 

Konya’ya Mevlâna için gitmiş, ama Şems ile dönmüştüm. Kime niye, kime kısmet dedikleri. Mevlâna çok tanıdık, çok bilindikti. Sevgi ve ilgiye çoktan doymuş, adına cilt cilt kitaplar yazılmış ulu bir zât. Tescilli. Türbesi insan istifi! Ama Şems öyle mi? Onun hakkında bildiklerim çok azdı, o yüzden de kıymete binmişti. Zaten merâk değil miydi aşkın en büyük körükleyicisi? Ondan sebep, Şems arş arş ötesindeydi artık Mevlâna’nın, en azından benim için! 

İşte böylelikle merâk sardım Şems’e. O türbenin kapısında karşılaştığım meczup kılıklı adamın da bunda etkisi çok. İyi saatte olsunlardan mıydı acep diye hâlâ düşünürüm. Şimdi yazarken bile yine ürperdim bak. Tövbe estağfirullah! 

Kendine ait günümüze kadar gelen bir eseri malesef olmadığı için, Şems’i tanımak ancak Mevlâna’nın Mesnevi’sini alıp okumakla mümkündü. Günümüz tabiriyle bir tür stalk desem yanlış olmaz sanırım. Şems nerde, ne yapmış, ne demiş, kiminle ne yiyip içmiş, ne giymiş? Mesnevi’yi resmen Şems’i ‘stalk’lamak için okudum. Yalan yok. Mevlâna nolur kusuruma bakmasın. 

Mesnevi ki, cilt cilt! Sonra baktım ki işin içinden çıkamıyorum, Sufiler ile ilgili birkaç kitap daha almak zorunda kaldım. Mesnevi’de anlatılan hikâyeleri anlamak için, sözlük niyetine! Türkçe olmasına rağmen, okuduğumdan hiçbir şey anlamıyordum çünkü!

Sonra okudukça öğrendim ki; 

O Şems ki, en büyük aşkla sevilmiş kişiymiş meğer. Her kula nasip olmaz böyle sevilmek! Mevlâna’nın hem hocası hem öğrencisi. Hem de onu, hem var hem de darmadağın eden aşkı.

O Mevlâna ki, zamanının en saygın, en değerli âlimi, Konya halkının sevgilisi, baş müderrismiş. Tâ ki Şems ile tanışıp, derbeder oluncaya kadar. Ham iken, Şems’in aşk ateşiyle yanıp, pişene kadar. Sonrasında hiçliğe meyleden Mevlâna, önce hocalığı bırakmış. Sonra da elini ayağını tüm diğer dünya işlerinden çekmiş. Şiir ve semâya koyulmuş. 

Kalp denen et parçası üzerine Allah’ın nuru vurursa bunun adına gönül denirmiş. Gönül aydınlanmış kalpmiş. Mevlâna’nın kalbini aydınlatan kişi de meğer Şems olmuş, tıpkı adının anlamı olan Güneş gibi hem de. 

Mevlâna’yı Mevlâna yapan Şems’miş meğer! Aşk nelere kadirmiş! 

Şems’e ait olduğu iddia edilen, Mevlâna ile aralarında geçen konuşmalardan derlenmiş Malâkât isminde bir esere de ulaştım sonra. Orada geçen benzer konular Mesnevi’de de tekrarlanıyordu. Şöyle bir bölüm vardı zamanında beni çok etkileyen; 

Sen ol da, ister yâr ol, ister yara. Lütfun da başım üstüne, kâhrın da. 

Yani diyor ki; “Hani tek canın sağolsun da, benimle olmasan da olur. Râzıyım” Eskiler derler ya hani, “Arada bir yel essin, kokunu getirsin, yeter.”

Ya da daha basit anlamda, bir İbrahim Tatlıses klâsiği; “Bir tek dileğim var, mutlu ol yeter.” 

Aşk işte böyle bir sefillikti işte. Tam olarak. 

Hayatım boyunca aşk için söylenen her söze kandım. Şems benim için çok değerli oldu ondan sebep. Hatta Elif Şafak’ın Aşk romanını daha piyasaya çıktığı ilk gün almış ve bir günde okumuş bitirmiş bir insanım. Bazen yine arada açar okurum. Ama oradaki Şems elbette ki kurgu. Benim öncesinde stalkladığım Şems’den çok farklı.Yazarın hayalinde yarattığı ve kitabın ticari  boyutuyla ilgili olarak, oldukça havalı bir karakter! Ha bire tribünlere oynuyor! Racon kesiyor! Bildiğin artizzz! 

Aşkın 40 Kuralı adı altında,  Şems’in öğretileri üzerinden iletlerleyen bir roman Aşk. Elbette ki böyle bir şey hâkikâtte yok. Tasavvuf felsefesi ve Mesnevi’de anlatılan Şems’den harmanlayarak, Elif Şafak’ın bizzat kurguladığı aforizmalar aslında. Sosyal medyada dolaşanlar da zaten ekseriyetle bunlar. Sezar’ın hakkı Sezar’a! Bazıları gerçekten çok başarılı. Aslına yakın. 

Meselâ bu. 


Aşk işte böyle bir karın ağrısıydı. Tam olarak. 

Akıla zarar. Uzak ya da imkânsız dinlemeyen. Başına buyruk. Yoktan anlamayan. Git demekle gitmeyen. Bit demekle bitmeyen. Cana düşman bir karın ağrısıydı. 

Ya da bu. 

Bu söylemin aslı Malâkât’da geçen hâliyle ise şöyle; 

Ey gönül, şimdi sorarım sana! Hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi yoksa anlatılmayıp yürek deşen mi? 

Aşk işte böyle bir eziyetti. Tam olarak. 

Söylesen bir türlü, söylemesen başka bir türlü eziyet. 

Bir gün Şems ortadan kaybolmuş. Sır olmuş. Konya halkının ve Mevlâna’nın ailesinin onu şehirden kovduğu rivâyet edilir. Deli gibi kıskanıyorlarmış çünkü onu. Mevlâna çok değişmiş onun varlığında. Elini eteğini hepten çektiği dünyaya, müritlerine, ailesine, kısaca aralarına yeniden dönsün istemişler. Mevlâna ise Şems’in gidişiyle büsbütün perişan olmuş. Toparlayamamış bir daha kendini. Hepten sessizleşmiş, içine kapanmış. Baktılar ki olmuyor -Mevlâna gidici, bir gözü toprağa bakıyor- , pişman olup, gidip geri getirmişler Şems’i. Mevlâna da bağışlamış onları. 

Şems dönünce demiş ki “Ölmüş baban seni görüp mezarına geri dönecek, gel babanı gör deseler bile Halep’ten bir adım dışarı çıkmazdım. Ama Mevlâna için geldim.” 

O da boş değil sizin anlayacağınız Mevlâna’ya karşı. Mevlâna safına ama, Şems çok daha taktiksel yaklaşıyor. Bir uzak, bir yakın. Bir var, bir yok. Çok fenâ. 

Malâkât eserindeŞems şu sözlerle anlatır bu kavuşma anını; 

Geldim sevgili, 

Sen dışında, ne varsa kıyısız denizlere dökerek geldim.

Dilimde dua ile, kefenimi vuslatına çeyiz bilerek geldim. 

Aşkın damağında ateşleri ıslatmak için, 

Neyim varsa, yok bilerek geldim. 

Bu ayrılık elbette daha çok ateşlendirmiş aralarındaki aşkı ve muhabbeti. Gönül bağları daha bir güçlenmiş. Ama hiç iyi olmamış bu. Neden mi? Daha bir diş bilemeye başlamış düşmanları Şems’e çünkü. Hepten ters gitmeye başlamışlar birbirlerine. Öyle kinlenmişler ki sonunda, Şems’i öldürüp bir kuyuya attıkları rivâyet edilir. Hatta içlerinde Mevlâna’nın oğlunun da olduğu söylenir. Sonrasında ise Mevlâna’nın bu ölüme asla inanmak istemeyip, hayatı boyunca Şems’i aradığı...

... ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı?

... ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak? 

Aşkın olduğu her yerde, er ya da geç, ayrılık var. Yazılı olmayan bir kural bu. 

Türk- İran ortak yapımı bir film projesi de gündemde bu büyük aşkı anlatmaya hevesli, Mest-i Aşk. 2020’de gösterime girmesi bekleniyordu ama hâlâ bir ses yok. İran asıllı yönetmen Hassan Fat’hi’nin yönetmenliğini  üstlendiği filmde, Mevlâna’yı Parsa Pirauzfar, Şems’i de Shahab Hosseini canlandırıyor. Shahab Hosseini 2016 Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti. Nefesimi tutmuş, bekliyorum elbette Şems performansını. Gişeye oynayan bir film olmaması dileğiyle. 

Bazen alelâde bir rastlantıymış gibi görünen bazı karşılaşmalar, beklenmeyen dönüşümlere yol açar. 

Aşk gibi.

Serbestçe gelir, sen onu aramazken. Bir bıçak gibi keser atar, önce ve sonra diye ikiye ayrılırsın. Şak diye! Bir daha eski sen olmak ne mümkün? Aşk bir dönüm noktasıdır. Bir milâttır. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz bir daha, olamaz. 

Her insan için bir âşık olma zamanı vardır. Yaradan yazmış, vaktini kararlamış. Herkesin bir Şems’i olmuş, ya da mutlaka olacaktır. Zamanını bekler. 

Şems’i her zaman bir insan silüetinde düşünmemek gerekir. O bir aracıdır. Bizi heyecanlandırıp potansiyelimizi keşfetmemizi sağlayan, özümüze inmenize yardımcı olan, her sapakta bizi kendi yolumuza daha çok yaklaştıran, sevinç ve acıyla karışık bazen sınırlarımızı zorlayan ama bizi güçlü kılan ve sonunda bizi daha iyi bir insan yapan her şey Şems olabilir.  

Benim Şems ile karşılaşmam ise 2019 baharına denk gelir, Aşk romanını yıllar sonra bir kez daha okutur. Hepsi hepsi bir avuç hafta. Şems rivâyet edildiği üzere, sonunda yine sır olur. O gün bugündür arıyorum onu. Bir bulup, bir kaybediyorum. Her gün batımında. Bekliyorum, sanki bir gün geri gelecekmiş gibi. 

Mevlâna’nın Şems’i sonsuza dek kaybettiğini bile bile, yine de beklediği ve söylediği gibi: 

Ey sevgili, ilâcım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin. Çaresiz gönlümde senden başka ne varsa hepsi yok oldu. Beni kimsesiz bırakma, gel! 

Aşk böyle bir çaresizlikti işte. Tam olarak. 

Aşksız geçen bir ömür boşuna yaşanmış bir ömür. İster ilâhi olsun, ister mecâzi, dünyevi, semâvi ya da cismâni! Aşkın peşinden gitmeli. 

Bir gün öleceksek de eğer, onun yolunda ölmeli!

Tüm aşıklara selâm olsun, ya da artık geçmiş, gitmiş, bitmiş bile olsa; bir zaman tüm aşk ile yananlara! 

5 Kasım 2020 Perşembe

ABD’DE SEÇİM SONUÇLARI

 

Herhalde dünyada, Türkiye kadar ABD başkanlık seçimlerini takip eden bir ülke daha yoktur. Memleketin geleceğini buna bağlı hale getirenlerin Allah lâyığını versin. 

Türkiye’deki seçim sisteminden daha fazla, adamların seçim sistemine ve politik yapısına hâkim bir topluluğuz. Trabzon nerde desem haritada yerini gösteremeyecek insanlar, televizyonda Nevada ve Wisconsin eyaletlerinin demografik özelliklerini tartışıyorlar. Kendi milletvekili kim, bilmeyen konuşmacılar, senato çoğunluğu olmadan yapılamayacak reformlardan bahsediyorlar.

İşte Amerikan emperyalizmi bence tam olarak da bu. Babalarımızın kuşağında kıyafet, müzik, yiyecek ve içeceklerle başladı. Bizim kuşakta Hollywood sineması, Microsoft ve Apple ile sürdü. Şimdi de kendi politikaları yerine Amerikan politikaları ile ilgilenen bir nesil yarattı. 

Yok Biden, yok Trump! Türk halkı olarak ayrışmadığımız bir bu konu kalmıştı. Başkanlık seçim tahminlerinde milletçe birbirine girmiş durumdayız. Evet, bu seçimin içerde de dışarda da ciddi etkileri olacaktır. Bir süper güçden bahsediyoruz. Sonuçlar hepimizin hayatını büyük bir ölçüde etkileyecek. Doğru. Kullandığımız telefondan tut, aldığımız benzine kadar adamların para birimini kullanıyoruz. Ama, iki adayından da birbirinden bir farkı yok ki! Ha Ali Veli, ha Veli Ali, hiçbir şey fark etmeyecek. 

Ekonomi fecâât, dolar her gün artıyor, Trump gelse ne olacak? İki gün düşer, sonra üçüncü gün yine artar. Biden geldi dolar arttı mı diyeceksiniz? Bugüne kadar Biden mi vardı? Trump göreve başladığında dolar 3,5 liraymış. Şimdi 8,5 lira! Adamın oturduğu yerden attığı bir tweet, dolar piyasasını alt üst etmeye yetiyor da artıyor bile. Valla füze atsa bundan iyi diyecek duruma geldik. Şayet Biden seçimi kazanırsa, ne yapacağını Beyaz Saray’dakiler bile burdakiler kadar bilmiyordur inanın! Hatta adamın kendisi bile o kadar bilmiyor olabilir. Yazılı ve sözlü basında, ciddi ciddi buna kafa patlatanları, analiz kasanları gördükçe hayretlere düşüyorum. 

Ülkece fakirleştik, hepimizin alım gücü gün be gün düşüyor. Nüfusumuzun yarıdan fazlası açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Ayçiçek yağı 80 lira olmuş. En kötü araba 100 bin lira. Gençlerimiz işsiz, sayıları her geçen gün artarken, gelecekten yana umutları bir bir azalıyor. Milyonluk evler 6.9 depremle yıkılıyor. İnsanların evleri, diri diri mezarları oluyor. İzmir’de binlerce depremzede kışın başında sokakta kaldı. Covid belâsı almış başını yürümüş, gerekli önlemler alınamıyor. Biz ise ABD seçimleriyle yatıp kalkıyoruz. 

Peki ya 70 lira olan tuvalet kağıdına ne demeli? Daha da artacakmış. Ne yapalım, gitmeyelim bari tuvalete. Gidene de zengin muamelesi yaparız artık. Misâl; 

-Kanka tuvaletteydim, görmedim aradığını. 

-Vay, tuvalet ha! Yakışır kardeşime, hayırlı olsun! 

-Eyvallah. Yaptık işte bir şeyler. 

Kim kazanırsa kazansın, kaybeden hep Türkiye oldu, yine öyle olacak.

O değil de, tuvalet kağıdı deyince aklıma geldi. Başkanlık yarışını kazandığına artık kesin gözüyle bakılan Biden dede, mazbatayı aldıktan sonra ilk iş Beyaz Saray’ın önüne tuvalet yaptırırsa şaşırmayın.

 77 yaşında gelen başkanlığa tepki faaliyetleri için.