Sevilen kişiden vazgeçme eşiği diye bir şey var. Önemsenmediğini, sıradanlaştığını, ikinci hatta üçüncü plâna atıldığını hissettiğin yerde beliriyor. Umutsuzlukla besleniyor. Çok yorgun oluyorsun bu eşikte. Bir o kadar da çaresiz. Göğsüne çakılan bir kazık gibi bazen. Bazen de kaburga kırığı.Yatamıyorsun, kalkamıyorsun, oturamıyorsun, yürüyemiyorsun, koşamıyorsun, konuşamıyorsun. Hatta nefes bile alamıyorsun. Ciğerine batarsa bu kırık, ölüyorsun.
Yüksekçe bir eşik bu, insanı zorluyor. Sürekli ayağın takılıyor. Ama fazla oyalanmaman da gerekiyor, çünkü tekin bir eşik değil. Kalbinle aklın ha bire didişiyor. Tehlikeli. Her an çarpılıp, geri adım atabilirsin. Kararlı olmalısın. Ancak yazıldığı kadar kolay değil her zaman bu eşiği aşmak. Severken vazgeçmek herkesin harcı değil çünkü. Mangal gibi yürek gerekiyor.
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bir aralık bu. Sanki denizin bittiği yer. Tüm renklerin solduğu, zamanın akmayıp durduğu bir yer. Ne karanfil ne kurbağa. Öyle bir yer.
Ya da gecenin bir vakti başka birisiyle yazışması ihtimâli değil de, senin gecenin o saatinde onun çevrimiçi olup olmadığını kontrol etme acizliğinle de dikilebilir bu eşik karşına. Ne yapıyorum ben diye sorarken kendine, sen sen değilsindir artık.
Bir de merâk, aşkın yegâne besini. Artık merâk etmiyorsa seni, öyle ya da böyle artık bilmek istemiyorsa, o eşik kaçınılmaz olabilir yine. Papatya fallarının bile anlamsızlaştığı o yerde, sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor. Emin olabilirsin.
Veya sana hakâret ettiğinde, el kaldırdığında, ya da aldattığında ve onu asla affedemeyeceğini anladığın anda da, o eşik tam karşında beliriyor.
Ya da imkânsızsa, dağ bile dağa kavuşurken, o sana Güneş kadar, Ay kadar, yıldızlar kadar uzaksa, hayat izin vermiyorsa gel demene ya da onun sana koşmasına, ancak körün taşı gibi bulup kavramışsa aşk ikinizi de, o en olmadık iki kişiyi, o en olmadık yer ve zamanda, olacak iş değilse, vaktinden çok önce ya da sonra gelense, birlikteliğiniz bir skandalsa, bir yıkımsa sevdikleriniz için, o eşikle burun buruna gelebilirsin yine, aşkından öle öle. Zor, çok zor bir sınav. Sevmemen gereken birini sevdiğin bir hikâye. Seni yoran, eskiten bir hikâye. Kaderin sana attığı belki de en büyük kazık.
Veyahut, onun varlığını keşfetmiş olmandan ötürü senin dünyanda dağlar taşlar yerinden oynarken, onun kendi dünyasında kafasına göre takıldığını anladığın zaman da denk gelebilirsin bu eşiğe. Senin ateşe atladığın yerde, o serin sularda yüzüyor olur. Acı ama gerçek.
Peki ya bir yabancıysa aşkına düştüğün? Göz göze geldiğin, göz göze kaldığın, göz göze sustuğun, ansızın karşına çıkıp, seni dermansız bir derde atan, sonra da alıp başını giden bir yabancı. Kalır her şey yaşandığı o zaman diliminde. Şimdiyse artık fersah fersah uzağında. Ne yeri belli ne yurdu. Ne adresi var, ne telefonu. Ecelin gelip ölsen, gerçek anlamda haberi bile olamayacak birinden ne bekliyorsun? Nasıl oluyor da ona kırılabiliyorsun veya ne hakla kızabiliyorsun? İşte tam da bu yüzden, plâtoniklerin er ya da geç tanışacağı bir eşiktir bu, ve çok daha ağrılı belki de çünkü aşkın en derin, en karanlık çukuru plâtonik olanına denk gelir. Tek kişilik hücrede süresiz işkence. Her gün ölüp ölüp, yeniden dirildiğin bir kara delik. Yazarı, yönetmeni, senaristi ve oyuncusu aynı kişi olan, tek kişilik hüzünlü bir film. Oysa severken sevilmeli insan.
Herkesin eşiği nasıl da başka başka.
İşte, savaşın en yoğun olduğu yerdeysen artık, sevilen kişiden vazgeçme eşiğinde, kendinle, nefsinle, kalbinle ve bazen de hâtıralarınla dişe diş bir mücâdeleye girişiyorsun. Kılıçlar çekiliyor. O kan dökülecek, mecbur. Kaçış yok. Kalbinin bir daha öyle ağzında atması için kilometrelerce koşman gerektiğini biliyorsun. Koşsan da aynı his olmayacağını. Alkolle ayrı bir dans ediyor bu eşik. Sabitleyemiyorsun çünkü. Bir yüksekte bir alçakta kalıyor. Fonda çoğu zaman bu ve benzerleri çalıyor oluyor çünkü sitem dolu bir eşik bu. Ağlatıyor. Dağıtıyor. Perişan ediyor. Kendi rızanla pek gelmiyorsun buraya çünkü, mecbur kalıyorsun aslında. Mâlum kişi, adeta elinden tutup, seni buraya getiriyor.
Aşkın en kör, en sağır sokağındayken bile takılıp kalabiliyorsun o eşikte. Çünkü sevilen kişiden vazgeçme eşiği bir özsaygı eşiği aynı zamanda. Çizginin ne tarafında kalacağın kendine duyduğun saygı ve sevgiye göre değişiyor. Sana iki beden küçük gelen kazağı giyiyor musun? Sana üç numara büyük olan ayakkabıyla işe gidiyor musun? Olmuyorsa vazgeçmek gerekmez mi? Kendi kalbini kendin kıracak, başkasına bırakmayacak kadar cesur olmalısın bu eşikte. Çünkü insanı dibe çeken hepvazgeçemedikleri oluyor.
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bir aralık bu. Sanki denizin bittiği yer. Tüm renklerin solduğu, zamanın akmayıp durduğu bir yer. Ne karanfil ne kurbağa. Öyle bir yer.
İlerde çocuğumuz olunca adı Furkan olsun dediği anda da olabilir bu, o gözlerin senden ziyâde artık bir başkası için parladığını fark ettiğin vakitte, sevginin artık karşılıksız olduğunu anladığında da, İnstagram profiline günde bin yüz yetmiş iki kere girip, abuk sabuk kadın/erkek kişileriyle takipleştiğini, üstelik bunların postlarını beğenip bir de yorum bıraktığını gördüğünde de, rakı içtiğini bildiğin akşam sana yazmadığında da, onunla konuşurken sanki duvarla konuşuyormuş gibi hissettiğin anlarda da, onun senden vazgeçmeye başladığını fark ettiğinde de, ya da seni önemsememesinden de öte, bunu gözüne soka soka yapmaktan çekinmediğinde de.
Doğum gününde, bile bile, bir satırlık doğum günü mesajını sana çok görebildiğinde, ya da şehrine, burnunun tâ dibine kadar sokulup, seni görmeden, seni görmeyi bir ân bile düşünmeden dönüp arkasını gidebildiğinde de. Onun bir hâmlesine muhtaç olmak senin ayıbın çünkü. Bunu hatırlatıyor sana bu eşik, yüklediğin anlamların bir bir altında kaldığında.
Ya da gecenin bir vakti başka birisiyle yazışması ihtimâli değil de, senin gecenin o saatinde onun çevrimiçi olup olmadığını kontrol etme acizliğinle de dikilebilir bu eşik karşına. Ne yapıyorum ben diye sorarken kendine, sen sen değilsindir artık.
Bir de merâk, aşkın yegâne besini. Artık merâk etmiyorsa seni, öyle ya da böyle artık bilmek istemiyorsa, o eşik kaçınılmaz olabilir yine. Papatya fallarının bile anlamsızlaştığı o yerde, sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor. Emin olabilirsin.
Veya sana hakâret ettiğinde, el kaldırdığında, ya da aldattığında ve onu asla affedemeyeceğini anladığın anda da, o eşik tam karşında beliriyor.
Ya da imkânsızsa, dağ bile dağa kavuşurken, o sana Güneş kadar, Ay kadar, yıldızlar kadar uzaksa, hayat izin vermiyorsa gel demene ya da onun sana koşmasına, ancak körün taşı gibi bulup kavramışsa aşk ikinizi de, o en olmadık iki kişiyi, o en olmadık yer ve zamanda, olacak iş değilse, vaktinden çok önce ya da sonra gelense, birlikteliğiniz bir skandalsa, bir yıkımsa sevdikleriniz için, o eşikle burun buruna gelebilirsin yine, aşkından öle öle. Zor, çok zor bir sınav. Sevmemen gereken birini sevdiğin bir hikâye. Seni yoran, eskiten bir hikâye. Kaderin sana attığı belki de en büyük kazık.
![]() |
Bazı yalanlar güzel… |
Veyahut, onun varlığını keşfetmiş olmandan ötürü senin dünyanda dağlar taşlar yerinden oynarken, onun kendi dünyasında kafasına göre takıldığını anladığın zaman da denk gelebilirsin bu eşiğe. Senin ateşe atladığın yerde, o serin sularda yüzüyor olur. Acı ama gerçek.
Peki ya bir yabancıysa aşkına düştüğün? Göz göze geldiğin, göz göze kaldığın, göz göze sustuğun, ansızın karşına çıkıp, seni dermansız bir derde atan, sonra da alıp başını giden bir yabancı. Kalır her şey yaşandığı o zaman diliminde. Şimdiyse artık fersah fersah uzağında. Ne yeri belli ne yurdu. Ne adresi var, ne telefonu. Ecelin gelip ölsen, gerçek anlamda haberi bile olamayacak birinden ne bekliyorsun? Nasıl oluyor da ona kırılabiliyorsun veya ne hakla kızabiliyorsun? İşte tam da bu yüzden, plâtoniklerin er ya da geç tanışacağı bir eşiktir bu, ve çok daha ağrılı belki de çünkü aşkın en derin, en karanlık çukuru plâtonik olanına denk gelir. Tek kişilik hücrede süresiz işkence. Her gün ölüp ölüp, yeniden dirildiğin bir kara delik. Yazarı, yönetmeni, senaristi ve oyuncusu aynı kişi olan, tek kişilik hüzünlü bir film. Oysa severken sevilmeli insan.
Herkesin eşiği nasıl da başka başka.
İşte, savaşın en yoğun olduğu yerdeysen artık, sevilen kişiden vazgeçme eşiğinde, kendinle, nefsinle, kalbinle ve bazen de hâtıralarınla dişe diş bir mücâdeleye girişiyorsun. Kılıçlar çekiliyor. O kan dökülecek, mecbur. Kaçış yok. Kalbinin bir daha öyle ağzında atması için kilometrelerce koşman gerektiğini biliyorsun. Koşsan da aynı his olmayacağını. Alkolle ayrı bir dans ediyor bu eşik. Sabitleyemiyorsun çünkü. Bir yüksekte bir alçakta kalıyor. Fonda çoğu zaman bu ve benzerleri çalıyor oluyor çünkü sitem dolu bir eşik bu. Ağlatıyor. Dağıtıyor. Perişan ediyor. Kendi rızanla pek gelmiyorsun buraya çünkü, mecbur kalıyorsun aslında. Mâlum kişi, adeta elinden tutup, seni buraya getiriyor.
Aşkın en kör, en sağır sokağındayken bile takılıp kalabiliyorsun o eşikte. Çünkü sevilen kişiden vazgeçme eşiği bir özsaygı eşiği aynı zamanda. Çizginin ne tarafında kalacağın kendine duyduğun saygı ve sevgiye göre değişiyor. Sana iki beden küçük gelen kazağı giyiyor musun? Sana üç numara büyük olan ayakkabıyla işe gidiyor musun? Olmuyorsa vazgeçmek gerekmez mi? Kendi kalbini kendin kıracak, başkasına bırakmayacak kadar cesur olmalısın bu eşikte. Çünkü insanı dibe çeken hep
![]() |
Bazı gerçekler acıymış. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder