20 Temmuz 2020 Pazartesi

BENİMKİ




Bilen bilir, O'nu ne çok sevdiğimi. Her şarkısını ezbere bildiğimi. Yaz/kış ya da gece/gündüz demeden, saatten bağımsız evi-arabayı-ofisi bir müzikhole çevirip, tekrar ve tekrar dinlediğimi. Öyle ki, birkaç sene önce, 2016-2017 akademik yılı olmalı, sınav komisyonunda görevliyken, okul tarihinde bir ilke imza atmıştık O'nunla birlikte. Dönem biterken, son vizenin dinleme sınavı öncesi tüm okula ortak müzik yayınıyla o günler dinletmiştim, -ki İngilizce şarkılar dinletiriz hep, gelenek budur. Sınav çıkışı öğrenciler/gözetmen hocalar sınav sorularını değil, çalan Türkçe şarkıyı konuşuyorlardı. Hem de ne şarkı! Okul çalkalanmıştı. Bilen biliyordu tabi benim çaldığımı, muzipçe gülüyorlardı. Bilmeyen de o gün öğrenmişti, O'nu nasıl sevdiğimi- bölüm başkanlığı dâhil.-


Türk müziğinin bir zamanlar ulaşmış olduğu o şahâne yere şimdi bile inanamıyor insan. Bir efsaneydi hiç kuşkusuz. İzmirliydi. Annemin ilk gençlik aşkıydı. Uzun yaz gecelerinde, sahilde ya da gittiğimiz çay bahçelerinde onun şarkıları da çalardı. Sözlerini pek anlamazdım tabi, ama sevda’yı hep sevdim. İlerleyen yıllarda da severek dinlemeye devam ettim O’nu.

Öyle bir bu sevda bu şehre sığmaz deyişi vardı ki, akacak kan damarda durmuyordu. Sevmek acı, gerçek acıydı gerçekten de, tıpkı yok yok yalan deme’de söylediği gibi. Bir gülü sevdim’de efkârın dibini görüyordunuz, olanlar olmuş şu garip gönlünüzle. Dilek taşı çaresizliğin şarkısıydı, dilek taşından bir şey isteyecek kadar çaresizlerin şarkısı. Kurumuş bir dal gibiyim şarkısında, ‘Kurtar beni Allah’ım, yalvarıyorum’ derken, öyle iyi anlıyordunuz ki O’nu, çünkü siz de kendinize çıkacak bir yol arıyordunuz.  Dertler benim olsun yorumu dert sahibi yapıyordu. Öyle içli. Ağla hâlime, en sevdiğimdi. Keder yüklüydü. Gerçekten ağlatıyordu.

Hani çok sevince birini oluyordu insanın içi, böyle büklüm büklüm. Kulakların çınlasın şarkısında ‘Seni andım bu gece’ diyordu ya, bilen bilir,  aslında ‘her gece’ydi o. Uzaklarda ya da yakın, çınlıyordu mutlaka birinin kulağı. Seni terkedeceğim şarkısında nasıl da tatlı sitem ediyordu ‘İnsan bir kere olsun arayıp da sormaz mı?’ diye sorarken. Pek çok kişi yorumlasa da, en güzeli O’nun unutturamaz seni hiçbir şey  deyişiydi. 

“Dünyada sevenler bahtiyar olmaz” diyerek ufuk açıyordu gündüzüm seninle’de. Gerçekten de mutlu aşk yoktu. İşte bu bizim hikâyemiz öyle saf, öyle temizdi. Izdırabın tâ kendisi olan sevgiliye tutup ‘Sen hayatsın...’diyordu ya bilemezsin ki’de, perişân ediyordu. Devasız dertlere düşürüyordu gurbette sevgilim, oysa yaralı bir kuşa taş atılmazdı. 2013 yılında vefâtıyla kadehleri yarıya indirmişti, artık sahipsiz kalmış bir şarkıydı kandil. Ve daha nicesi.

Bu müzikler, bu sözler, bu duygular... Ancak yaşanmışlıklarla bir insanın içine işleyebilir. Bilen bilir. Tüm sevenler için söylemişti. “Kavuşmak imkânsız artık sevgilim, dönüşü olmayan yola karıştın” diyordu ya hani aşkımız eski bir roman şarkısında, çok sonraları anladım ne demek istediğini. Malesef tanışmadan, bir kez bile canlı dinlemek kısmet olmadan kaybetmiştim O’nu, kavuşmamız imkânsızdı artık. Bir yakınımı kaybetmiş gibi üzülmüştüm aramızdan ayrıldığında. Defnedildiği gün kendimi durduramadan hıçkıra hıçkıra ağladığım nadir insanlardandı.Tüm malvarlığını Türk Eğitim Vakfı’na bağışlayacak kadar yüce gönüllüydü. Son zamanlarda program yaptığı otelde kullandığı beyaz piyanosu bir müzâyedede satılıp, geliri Okmeydanı SSK Hastanesi’ne bağışlandı, hayata gözlerini yumduğu yerdi. Güzel insan. Nurlar içinde uyusun.

“Şimdi sensiz, bak seninle geçiyor mevsimler...”

Kendisine ve müzik dünyasındaki yerine ait kapsamlıca bir yazıya şuradan ulaşabilirsiniz.




3 Temmuz 2020 Cuma

VAZGEÇME EŞİĞİ




Sevilen kişiden vazgeçme eşiği diye bir şey var. Önemsenmediğini, sıradanlaştığını, ikinci hatta üçüncü plâna atıldığını hissettiğin yerde beliriyor. Umutsuzlukla besleniyor. Çok yorgun oluyorsun bu eşikte. Bir o kadar da çaresiz. Göğsüne çakılan bir kazık gibi bazen. Bazen de kaburga kırığı.Yatamıyorsun, kalkamıyorsun, oturamıyorsun, yürüyemiyorsun, koşamıyorsun, konuşamıyorsun. Hatta nefes bile alamıyorsun. Ciğerine batarsa bu kırık, ölüyorsun.


Yüksekçe bir eşik bu, insanı zorluyor. Sürekli ayağın takılıyor. Ama fazla oyalanmaman da gerekiyor, çünkü tekin bir eşik değil. Kalbinle aklın ha bire didişiyor. Tehlikeli. Her an çarpılıp, geri adım atabilirsin. Kararlı olmalısın. Ancak yazıldığı kadar kolay değil her zaman bu eşiği aşmak. Severken vazgeçmek herkesin harcı değil çünkü. Mangal gibi yürek gerekiyor.


Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bir aralık bu. Sanki denizin bittiği yer. Tüm renklerin solduğu, zamanın akmayıp durduğu bir yer. Ne karanfil ne kurbağa. Öyle bir yer.

İlerde çocuğumuz olunca adı Furkan olsun dediği anda da olabilir bu, o gözlerin senden ziyâde artık bir başkası için parladığını fark ettiğin vakitte, sevginin artık karşılıksız olduğunu anladığında da, İnstagram profiline günde bin yüz yetmiş iki kere girip, abuk sabuk kadın/erkek kişileriyle takipleştiğini, üstelik bunların postlarını beğenip bir de yorum bıraktığını gördüğünde de, rakı içtiğini bildiğin akşam sana yazmadığında da, onunla konuşurken sanki duvarla konuşuyormuş gibi hissettiğin anlarda da, onun senden vazgeçmeye başladığını fark ettiğinde de, ya da seni önemsememesinden de öte, bunu gözüne soka soka yapmaktan çekinmediğinde de. 


Doğum gününde, bile bile, bir satırlık doğum günü mesajını sana çok görebildiğinde, ya da şehrine, burnunun tâ dibine kadar sokulup, seni görmeden, seni görmeyi bir ân bile düşünmeden dönüp arkasını gidebildiğinde de. Onun bir hâmlesine muhtaç olmak senin ayıbın çünkü. Bunu hatırlatıyor sana bu eşik, yüklediğin anlamların bir bir altında kaldığında.


Ya da gecenin bir vakti başka birisiyle yazışması ihtimâli değil de, senin gecenin o saatinde onun çevrimiçi olup olmadığını kontrol etme acizliğinle de dikilebilir bu eşik karşına. Ne yapıyorum ben diye sorarken kendine, sen sen değilsindir artık.



Bir de merâk, aşkın yegâne besini. Artık merâk etmiyorsa seni, öyle ya da böyle artık bilmek istemiyorsa, o eşik kaçınılmaz olabilir yine. Papatya fallarının bile anlamsızlaştığı o yerde, sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor- sevmiyor. Emin olabilirsin. 



Veya sana hakâret ettiğinde, el kaldırdığında, ya da aldattığında ve onu asla affedemeyeceğini anladığın anda da, o eşik tam karşında beliriyor.


Ya da imkânsızsa, dağ bile dağa kavuşurken, o sana Güneş kadar, Ay kadar, yıldızlar kadar uzaksa, hayat izin vermiyorsa gel demene ya da onun sana koşmasına, ancak körün taşı gibi bulup kavramışsa aşk ikinizi de, o en olmadık iki kişiyi, o en olmadık yer ve zamanda, olacak iş değilse, vaktinden çok önce ya da sonra gelense, birlikteliğiniz bir skandalsa, bir yıkımsa sevdikleriniz için, o eşikle burun buruna gelebilirsin yine, aşkından öle öle. Zor, çok zor bir sınav. Sevmemen gereken birini sevdiğin bir hikâye. Seni yoran, eskiten bir hikâye. Kaderin sana attığı belki de en büyük kazık.


Bazı yalanlar güzel…

Veyahut, onun varlığını keşfetmiş olmandan ötürü senin dünyanda dağlar taşlar yerinden oynarken, onun kendi dünyasında kafasına göre takıldığını anladığın zaman da denk gelebilirsin bu eşiğe. Senin ateşe atladığın yerde, o serin sularda yüzüyor olur. Acı ama gerçek.


Peki ya bir yabancıysa aşkına düştüğün? Göz göze geldiğin, göz göze kaldığın, göz göze sustuğun, ansızın karşına çıkıp, seni dermansız bir derde atan, sonra da alıp başını giden bir yabancı. Kalır her şey yaşandığı o zaman diliminde. Şimdiyse artık fersah fersah uzağında. Ne yeri belli ne yurdu. Ne adresi var, ne telefonu. Ecelin gelip ölsen, gerçek anlamda haberi bile olamayacak birinden ne bekliyorsun? Nasıl oluyor da ona kırılabiliyorsun veya ne hakla kızabiliyorsun? İşte tam da bu yüzden, plâtoniklerin er ya da geç tanışacağı bir eşiktir bu, ve çok daha ağrılı belki de çünkü aşkın en derin, en karanlık çukuru plâtonik olanına denk gelir. Tek kişilik hücrede süresiz işkence. Her gün ölüp ölüp, yeniden dirildiğin bir kara delik. Yazarı, yönetmeni, senaristi ve oyuncusu aynı kişi olan, tek kişilik hüzünlü bir film. Oysa severken sevilmeli insan.


Herkesin eşiği nasıl da başka başka.

İşte, savaşın en yoğun olduğu yerdeysen artık, sevilen kişiden vazgeçme eşiğinde, kendinle, nefsinle, kalbinle ve bazen de hâtıralarınla dişe diş bir mücâdeleye girişiyorsun. Kılıçlar çekiliyor. O kan dökülecek, mecbur. Kaçış yok. Kalbinin bir daha öyle ağzında atması için kilometrelerce koşman gerektiğini biliyorsun. Koşsan da aynı his olmayacağını. Alkolle ayrı bir dans ediyor bu eşik. Sabitleyemiyorsun çünkü. Bir yüksekte bir alçakta kalıyor. Fonda çoğu zaman bu ve benzerleri çalıyor oluyor çünkü sitem dolu bir eşik bu. Ağlatıyor. Dağıtıyor. Perişan ediyor. Kendi rızanla pek gelmiyorsun buraya çünkü, mecbur kalıyorsun aslında. Mâlum kişi, adeta elinden tutup, seni buraya getiriyor. 


Aşkın en kör, en sağır sokağındayken bile takılıp kalabiliyorsun o eşikte. Çünkü sevilen kişiden vazgeçme eşiği bir özsaygı eşiği aynı zamanda. Çizginin ne tarafında kalacağın kendine duyduğun saygı ve sevgiye göre değişiyor. Sana iki beden küçük gelen kazağı giyiyor musun? Sana üç numara büyük olan ayakkabıyla işe gidiyor musun? Olmuyorsa vazgeçmek gerekmez mi? Kendi kalbini kendin kıracak, başkasına bırakmayacak kadar cesur olmalısın bu eşikte. Çünkü insanı dibe çeken hep vazgeçemedikleri oluyor.

Bazı gerçekler acıymış. 



1 Temmuz 2020 Çarşamba

MİLENYUM ÇOCUKLARI

Hiçbir şey yapasım yok, blog. Günlerdir internete bile girmiyorum. Gece gündüz online geçen karantinadaki onca aydan sonra, sürekli bir offline hâlindeyim şimdi. Bir tür detoks. Akıl sağlığım için gerekli. Hiç yazasım da yok(tu) aslında. Hem yazacak bir şey yok, hem elimin gitmemesi filân.  Zannedersin ki eskiden o parti senin, bu parti benim geziyordum! Parti demişken, size günlerden bir gün Kıvanç Tatlıtuğ ile aynı partiye katıldığımı anlatmış mıydım? ŞAKA ŞAKA!

Pandemi patlamadan, online dersler başlamadan önce, hepimiz kendi halimizde, işimizde, gücümüzde, rutinimizdeyken, sınıflarımdan birinde konuşuyorduk gençlerle öyle. Bu gençler 2000 doğumlu bu arada. Özel seri diyordum ben onlara. Milenyumda doğmak herkese kısmet olmaz ne de olsa. 2000’li olduklarını bazen unutuyordum. Verdiğim örnekleri, konuştuğumuz olayları,  isimleri, filmleri, şarkıları, bazı esprileri anlamıyorlardı. Çünkü henüz doğmamışlardı o yıllarda. İşte tam o sırada kapı çalınıp geç kalan biri içeri girdiğinde hatırlıyordum 2000’li olduklarını. Çünkü çok uzun boylu bir nesil bu. Öyle uzunlardı ki, sınıfın kapısından eğilerek içeri giriyorlardı. Tam kızacakken, bir gülme alıyordu beni. Benden de bir çekiniyorlar bir çekiniyorlar, bir yüz duruyorum çünkü, Türkçe konuşmak yok, konuşanı afaroz ediyorum, yeni dönem, yeni sınıflar filân. Daha dönem uzun. Halbuki tükürseler boğarlar beni. Üfleseler uçarım, öyle küçük kalıyorum yanlarında. Tüy siklet.   Oysa ortalamanın üstünde bir boydayım, ama 2000’liler standart dışı cinsten. Fedai diye kapıya dikmelik. Enine boyuna.

Neyse, konu döndü dolaştı Conditional Sentences Type 2’ya geldi. Teyzemin bıyıkları olsa, dayım olurdu muhabbeti. Hayal kurmak gerekti öyle olunca. Gerçeğin tam tersi ya! Düşündük, hepimiz garibanız. Herkes zengin olmak istiyor. Çok zengin olursak, neler yapacağımızı konuşmaya başladık. Kimisi dünya turuna çıktı, kimisi kendi markasını yarattı, kimi futbol kulübü, kimi de Porsche satın aldı. Sıra bana geldi, düşündüm. Çok zengin insan ya uçak alır ya gemi. Eee, uçak daha kullanışlı hâliyle. Dedim ki gençlere, uçak satın alırdım. Sonra düşündüm, uçak nasıl satın alınır, bilmiyordum. Hadi, hasbelkader çok param oldu, uçak alacağız, nerden alacağız? Cevabını 2000’li gençler de bilmiyordu. Vizyonsuzluğumuza tüküreyim. Dersi, işi, gücü bir kenara koyduk, Google’a sorduk. CEVAP VEREMEDİ. Hani böyle, “ Bunu mu demek istiyorsunuz? Sunexpress.com” gibi bir akıllılık bile etmedi! Fakirliğimizi yüzümüze vurmaya bile tenezzül etmedi! Resmen, Google fakirliğimizi görmezden geldi! Üstümüze basıp geçti! Sahibinden.com’da bazı pır pır uçaklar var bu arada. Müsait vaktinizde bakarsınız. Burda.




O gün, o bir yüz duran ben gitti tabi. Eşitlendik. Sarıldık, ağladık birbirimize. Yakarsa dünyayı garipler yakardı. Açtık, dinledik Müslüm babadan. Burdan dinleyin.  Pera’da çok güzel bir ‘cover’ yaptı bu şarkıya ayrıca, onu da beğeniyorum. İşte burda. Türkçe dönmeye başladı muhabbet sonrasında artık. Öyle olunca tabi herkes şakır şakır. Meğer ne konuşkan, ne tatlı gençlermiş bu 2000’liler dersiniz. Tabi bir de uzun boylu.



Sonra biri dedi ki, Arda Turan ve Emre Belözoğlu işte Türkiye’de bir tatil beldesinde takılırken, İspanya’ya gidecek olan uçaklarını kaçırmışlar. O akşam da idmanları mı varmış, neymiş. Vay efendim rezil olmasınlar İspanya’daki takımlarına diye, aramışlar Acun’u, “Acun biz uçağı kaçırdık, senin uçakla gidebilir miyiz?” demişler. Acun sağolsun (merhametli çocuk), uçağını bizim iki kafadara tahsis etmiş. Ama alan vergisi gibi bir şey ödenmeliymiş, 75.000 Euro civarı. İşte o meblağ da Arda ve Emre tarafından ödenmiş. Kızdım ben de tabi Acun’a! Bu seninki de görgüsüzlük müdür nedir? Koca uçağın var! Bir jest yapıyorsan bari tam yap! Ayıp. Bu arada o 75 bin’i Arda ve Emre aralarında bölüşmüşler midir? Uçakta topkek ve kaşarlı sandiviç yemişler midir? Düşündük. Bilemedik. “Kesin o parayı Arda ödemiştir” dedim ben, Emre “Abi ben sana öderim sonra, bişi ısmarlarım, şekilli ayakkabı/dar pantolon filan...” demiştir. Sonra da yatmıştır üstüne, Emre bu. Zaten sevmem.




Bu gençlerle sonra hep Acun’un uçağıyla birlikte gideceğimiz rotalar düşündük, hayaller kurduk başka derslerde de, konusu ve adı geçtikçe. Hatta bir ara sınıfça kısa bir video çekip, Acun’a  göndermeyi önerdim. Hoşuna gider, garibanlığımıza önce çokça güler, sonra çokça acır, bizi Kayseri’den alır, Dominik olmasa da İstanbul’a uçurur, ağırlar ekibiyle filân dedik. Ne oldu peki derseniz, videoyu bir güzel çektik, Acun da dönmesin mi bize !!! Aaaaa!!! ŞAKA ŞAKA!!! Yok be, nerde?! Kaldı o iş tabi sonra, bugün çekerdik, olmadı haftaya çekelim derken üniversite kapandı. Karantina başladı, uzaktan eğitime geçtik. 2000’li gençlerle görüşemedik bir daha. Sadece uzun boylu değil, çok ballı gençlerdi. Online vizelerle, hepsi bir güzel geçti hazırlığı mis gibi, sınavlarını başkalarına yaptırarak.

Sonraları konuştuk, kararlaştırdık. Sonbaharda çekeceğiz kısmetse Acun’un videosunu. Tabi üniversite açılırsa. Buluşursak yeniden, eskiden olduğu gibi, rutin, sağlıklı, normal günlerde. Acun bizi olur ya, sever de uçurursa uçağıyla, asıl işte o zaman Conditional Sentences Type 2 hepimizin yaşayan bir anısı olarak kişisel tarihimize geçecek, hayaller gerçek olacak.  Toruna torbaya anlatacak türden. Hayırlısı.