28 Mayıs 2021 Cuma

OĞLAN BİZİM KIZ BİZİM

Ülke gündemi bir süredir mâlum. Sirk gibi. Gerçekten inanamıyor insan. Hayret ve dehşet içinde gelişmeleri izliyorum ben de herkes gibi. An ve an. 

Yapılan bir araştırmaya göre, ortalama bir Türk insanının telefon ekranına bakmadan geçirebildiği süre maksimum 13 dk.ymış. Hey yavrum hey! O 13 dk.da 10 tarih kitabı yazacak kadar konu birikiyor bizim memlekette. Yani maazallah, bu 13 dk’lık arayı biraz uzatacak olsak, ülke olarak başka bir gezegene bile taşınmış olabiliriz. O derece. Bunu bi Avrupalı asla anlayamaz.  

Şöyle bi bakıyorum da, gündem için klavye başında kendini paralayan biricik grup, sosyal medyanın işçi sınıfı da diyebileceğimiz, çilekeş Twitter câmiası sanki. Gündemin ağırlığını üzerinde taşıyan, bunun için gerçekten kafa yoran, yürek üzen tayfa onlar. O kadar çok tweet akışı var ki, ucunu kaçırdım. Bıraktım artık okumayı, çünkü hızına yetişemiyorum. 

Kasmayın oğlum bu kadar, az biraz relaxxxx yaw. Siz mi kurtaracaksınız lan bu memleketi? Bakın İnstagram akışında her şey güllük gülistanlık. Ohh, kebap! Kimsenin umru diil. Instagram fenomenleri, bikinili yeni yaz kombinleri ve yaz makyajı önerileriyle  hiçbir şey olmamış gibi son hız Reels’de akmaya devam ediyorlar. Siz de bulun bi zengin sevgili/eş, olsun bitsin! Siz de ucundan ilişin bu kombin-makyaj-kombin-makyaj-kombin-makyaj döngüsüne. Erkek kullanıcıysanız da, zengin kızı sevdiceğinize kameramanlık filan yaparsınız artık adalarda modalarda. Oh, bee! Bu memleketin aksiyonu, derdi bitmez aslanım. Yol yakınken dönün. İç güveysi olun. Çatır çatır yiyin kayınpederin parasını. 

Ekşi’ciler, sizi de katıyorum hedef kitleme! Dert babası ettiniz beni oku oku. Yeter lan! Ortası yok mu bunun oğlum? Tek bir entry bile okuyacak halde değilim valla artık. Dünyamı kararttınız resmen. Teslim! Televizyon ve gazeteleri ise kafadan pas geçiyorum. Ha var, ha yoklar! Nasıl bi memleket olduk biz ya? Hangi ara bööle açık ara muz cumhuriyetine dönüştük? 

Hiçbirine tahammülüm yok bugün. Skaaaaaaaaaa! 

Sıfır tolerans! 

Hadise beybisi mode on! Cabin crew slides armed and cross check! (Reza Amerika’da bizi bekler!)

Özetle, bugünkü post gündemden oldukça bağımsız, çok çok ben ve içimden geldiği gibi olacak. Yine hiç plânlamadan, gelişine! 

Hadi başlayalım, haaaaay Hâk! 

Her aşık biraz gülünç gelir dışardan bakanlara. Ve her aşk biraz gülünçtür sanki biraz o sırada aşık olmayan ‘ötekilerin’ gözünde. Asıl acıklı olansa, bir sevdalının aşkının sevdiği kişiye komik gelmesidir. Ama aşk deliliktir zaten, akıl işi değil. Deli görünce güler ya da acırız ya... vah vah! Ancak ‘mutlu’ olabilmek için sevdiğinle birlikte delirmek gerekir. Bak, birlikte dedim. Çünkü aşk iki kişiliktir. Eğer tek taraflıysa, gerçekten delirebilir de insan. Düşünsene bildiğin Bakırköy’e kapandığını, hani şu haberlerde çıkan kendini peygamber sanan deliyle aynı yerde olduğunu. Gerçi deliliği tescillenmediği için birlikte yaşamak zorunda olduğumuz nice zır deli var hayatımızda. Deli deli kulakları küpeli. Katlanıyoruz it gibi hepsine. Delirmek pahasına! 

...

Fernando Pessao imdadıma yetişiyor. 

Gülünçtür/ Bütün aşk mektupları/ Aşk mektubu olmazlardı/ Gülünç olmasalardı diyor ölümünden kısa bir süre önce yazdığı dizelerde. 

Ama sonra bu dize akımını bin oktav hoplatıyor:

Ama aslında/ Yalnızca aşk mektubu/ Yazmayanlar/ Gülünçtür

Yıllardır sahaflardan bulduğum aşk mektuplarını biriktiririm. Benim koleksiyonum bu. Hem deliyim, hem gülünç yani ben de bir ucundan. Bilmiyorum, neyim ben?  

Çoğu yarım kalmış mektuplar bunlar. Bazıları ilk aşk itirafları, bazıları da hüzünlü ayrılık mektupları. Ya savaş, ya mesafe, ya tüberküloz ya da din farklılığı yüzünden yarım kalmış hikayeler var bu mektuplarda. Çoğu mektubun devamını bulamıyorum ve o hikayenin sonunu kestiremiyorum. Merak ediyorum, kavuşmuşlar mıdır acaba? 

Kafka’nın da dediği gibi; 

Mektup yazmak, hayaletlerle düşüp kalkmak gibi. Mektuplarda yolladığınız öpücükler asla ulaşmıyor yerine. Yolda hepsine hayaletler el koyuyor.

Yalayıp yutuyorlar onları. 

Genelde insanlar ihanet etmez, hep mektuplar ve kelimelerdir ihanet eden. Seni sonsuza kadar seveceğimler, sensiz yaşayamam, ölürüm lafları hep kelimelerin ihanetidir. Kafka, Nazım Hikmet ve hatta Stendhal bile mektup hayaletleri ve kelime ihanetlerinin kurbanı olmuşlar. Dünyanın en büyüleyici aşk mektuplarını yazan bu adamlar bile sadece kelimelerle aşk yaşamışlar. Belki bir cümle 100 kere sevişmeyle aynı hazzı vermiş. Zarf açıldığında içinden yayılan koku, 10 saat bir kadının göğsünde uyumaktan daha esrarlı gelmiş. Yani senin anlayacağın, insanoğlu aşkı sevse de, aşk acısı çekmeyi hep daha çok sevmiş. 

Şimdi diyeceksin ki, nerden icâb etti böyle bi post yazmak? Cevabı basit. Çünkü Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları nihayet okumayı bitirdim. Bu elimdeki basımı dolu dolu tam 400 sayfa. Koleksiyoncu geçinen biri olarak bunca zaman bu mektupları okumadığım için utanmam lâzım, değil mi?

İmkânsız aşkı ve uzak mesâfe ilişkisini belki de en iyi betimleyen eserlerden biri Milena’ya Mektuplar. Kafka ve Milena, yıllarca mektuplaşmışlar. Yıllarca. Çünkü Milena evli ve bu durumda kavuşmaları imkânsız. Seviyorsan candan, boşan gel kocandan devri değil bu. Ne olursan ol, yine gel değil devri hiç değil! O dönemde bi kere evlenmiş bulundun mu, artık ölüm seni ayırıncaya kadar! Aralarında çok ciddi bir yaş farkı olması ayrıca katmerlemiş bu imkansız aşkı. Bunca engel yetmezmiş gibi, bir de farklı dinlere mensuplar ve üstelik Kafka yahudi! Öyle olunca mektuplar üzerinden yürümüş ilişkileri. Çok büyük bir aşk. Kavuşamadıkça büyümüş de büyümüş. Öyle büyümüş ki sonunda, ancak Kafka’nın ölümüyle nokta konabilmiş bu aşka. Ne gülünç, ne deli işi geliyor kulağa şimdilerde değil mi? 

Milena’nın Kafka’ya cevaben yazdığı mektuplar olmadığı için, - vasiyeti üzerine yakılmış çoğu -bu aşk hikâyesi eksik kalıyor okurken. Sadece Kafka’nın mektupları var. Hoş, o da ölünce yakılmasını vasiyet etmiş bu mektupların ama öyle olmamış. Olamamış. En yakın arkadaşı, Kafka’nın vasiyetine rağmen mektupların yayınlanmasına izin vermiş. İyi ki de vermiş. Neden mi? İnsan duygularına ve aşka olan inancını artık kaybetmiş olan herkesin okuması gereken mektuplar bunlar da ondan. 

Özünde gamlı, kasavetli mektuplar aslında. Üzüyor insanı yaşanamayan şeylerin ağırlığı. Ama Kafka’nın aralara serpiştirdiği espriler de var. Milena’yı gülümsetmeyi başarabilmiş midir, bilmiyorum. Ama beni gülümsetti. Kafka’nın korkaklıklarına tanık olduğum pasajlar var; işten atılacağım, patron azarlayacak vb. gibi. Hani böyle beyaz atlı prens hiç değil. Ama dürüstlüğüyle tüm prenslere bedel. Kendini tanıyor, sınırlarını biliyor. Pembe panjurlu ev vaat etmiyor. Bir yahudi olarak yaşamanın zorluklarını anlattığı pasajlar öyle etkileyici ki. Çok sevdim. Çok samimi çünkü. 

En etkileyici pasajlardan birine gelince; işte ordan bir alıntı yapmak şart: 

Kesin olarak bildiğimiz az şey vardır şu yeryüzünde. Ama şunu iyi biliyoruz ki Milena: biz hiçbir zaman bir arada olamayacağız seninle. Aynı evi, aynı teni asla paylaşamayacağız. Aynı masada bile oturamayacak, hatta aynı şehirde bile yaşayamayacağız. 

Belki de kitapta okuduğum en umutsuz paragraf buydu. Derin bir nefes almak gerekti. 

Mektuplarda Kafka’nın mektuplaşmayı hem bırakmak istemesi -çünkü bunun böyle gitmeyeceği- hem de Milena’dan gelen her mektubu son mektupmuş gibi korkarak okuması da ayrı yürek burkuyor. O korkuyu her defasında hissediyorsunuz. 

Peki, Kafka’nın yazdığı mektuplardan bir pasajı Çaylak Yazar yorumuyla, günümüze uyarlayıp yeniden yazsak, nasıl olurdu? Bu postu işte o satırlarla bitiriyorum: 

Sevgili Milena, 

Peder beyle yine papaz olduk. ‘Ne eve kapanıp kalıyorsun?’ dedi. Kendisine uzun bir mektup döşedim, verip vermicemi bilmiyorum. Bütün gün klavye başında olmama uyuz oluyo herif. Sana ne .mk, ben sana karışıyor muyum?

Afedersin Milena, bazen çıldırıyorum. Yemin ederim. Hayır, bi gün dalacam o olcak. Neyse. What’sappa alışamadım. Zaten dünyaya alışamadım. Teknoloji ile başım hoş değil. Geçen iş yerinde lavuğun biri çıktı, ‘Franz abi niye bize takılmıyon, gel gecelere birlikte akak’ dedi. O an buz gibi oldum Milena. Ulan hırt, Covid var Covid! Bi bana mı var bu soktuğumun pandemisi? diyemedim tabi. Bunca aydır daha bir kez olsun test bile vermedi .bneler! Beni ise her iki dalga birden vurdu! Bu nasıl bahtsız bedeviliktir abi? İnsanları zaten sevmiyorum. Bu da tuz biber oldu anasını satiim. Kurumsal bir tedirginlik içindeyim. Patron her an kıçıma tekmeyi basabilir.  Bu sabah karmakarış rüyalar gördüm. Hayrolsun. Karnım şiş. 6 tane bacağım varmış gibi hissediyorum. Sana bu mektubu arka soldakiyle yazıyorum. 

Sevgili Milena, Prag’a gelirsen sana çok anlatacaklarım var. Bu mektubu okuduktan sonra yırt at. Aman! Kocan olacak o denyonun eline geçerse anamızı ..... . Neyse. Yine kafam karıştı. Dışarıda yağmur yağıyor. Ah Milena, ne hatunsun yaw! Gözlerinin karası yaktı beni! 

Hasretle, 

Sadece senin olan Franz. 

Başta Kafka ve Milena olmak üzere, tüm sevip de kavuşmayanlar için gelsin o hâlde.

İmkânsızlığından sebep, büyüdükçe büyüyen aşklara! 

Eskilerden gidiyoruz bugün:

>>>>>>>

Çok seviyorum.

The Macarons Project- Fly me to the Moon

Dün akşamki dolunay




22 Mayıs 2021 Cumartesi

SON BOYUN BÜKÜCÜ

Napıyonuz? 

İyilik var mı? Sağlık var mı? 

Kek var mı? Çay var mı? 

Ooooo, süpermanmış o zaman. 

İyi Cumartesileeeeeer!  gibi, gevşek mi gevşek bir giriş yapmak istesem de, yapamayacağım ey ahâli! 

Nassıı kötüyüm, anlatamam. Boynum feci tutuk. Bildiğin kilit! Hiiiiiç keyfim yok. Nerdeyse haftası geldi. Aslında düzeliyor gibiydi, ama dün yine kilitlendi. Çünkü terli terli çok pis rüzgâr yedim. Neme gerek onca yol pedal çevirmek benim, ha? Kendimi hâlâ 18’lik çıtır zannediyorum. Biyolojik yaş gerçeği insanın yüzüne bööle zamanlarda tokat gibi çarpıyo işte! Allah’ın sopası bööle bişe olsa gerek. Yandan yemiş, yamulmuş bi halde oturuyorum- bile diyemiciim. Acı çekiyorum çünkü oturunca. Bildiğin yatak döşek yatıyorum! Evet, yatıştayım. 

Küçük Emrah: Temsili ben

Ben kendimi bildim bileli olur bu aslında, yılda birkaç kez mutlaka boynum tutulur. Ama sonra hemen kendiliğinden geçer(di). Gel gör ki bu defa geçmedi. Artık boynuma yakı yapıştırma yaşım gelmiş sanırım. Gerçi eczacı yakı işe yaramaz dedi. Bir torba ilaç, bi de leşşş kokulu bi merhem tutuşturdu elime. Mayıs sıcağında boynuma doladığım yün şal ile dükkandan çıkarken kendimi hacenne gibi hissettim. Skinny jean giyiyor olmam bile epeyce bi dağılan şekil-şimâlimi kurtarmaya yetmedi. 

Jelgo Jel diye bişi önerdi bugün bi arkadaşım. Olmazsa bi de onu deniycem. İnşallah toparlarım. Peki ya hiç iyileşemezsem? Ya bi daha boynumu hiç çeviremezsem? Ya boynumu her döndürmem gerektiğinde, hep böyle sandalye/koltukla birlikte dönmem gerekirse? Bunları düşünüyorum şu an yattığım yerden. Valla bak. Bi gözüm toprağa mı bakıyo nedir? Anlamadım. Yakı yapıştırma yaşı, aynı zamanda doktor fobisinin de başladığı bi yaşmış meğerse. Doktora gitmekten hiç tırsmadığım kadar tırsıyorum çünkü. Bi önceki postta ölümsüzlük peşinde koşarken, bu postta malulen dünyalıyım. Nerdeeen nereyeeee. N’olur dua edin de iyileşeyim. Valla çok kötüyüm. 

Üç kat yastıkla desteklediğim boynumla, yattığım yerde yapabileceklerim hâliyle çok sınırlı. Kalkınca çok ağrım oluyor. Ben de bu yüzden tüm gün YouTube videolarına ve Instaya sardım. 

Geçenlerde (boynum hacamat olmadan önce tabi) 7 Steps to the Perfect Girl’s Profile Picture diye bişey okumuştum. Şimdi linkini yükleyim, siz de okuyun diye arattım ama bulamadım. Amerikalısı, Fransızı, Hintlisi, Papua Yeni Ginelisi fark etmeksizin, ulustan bağımsız harika profil fotoğrafını çekilmek için verilen çabayı anlatan çok geyik bir yazıydı. Öyle olunca arkadaş listemdeki kadınların Insta profil fotoğraflarına daha bi alıcı gözle baktım bugün. 

Bir baktım ki, Allaaaahh! İnstagram umrumda değil, zaten ayda yılda bi giriyorum diyen (yalan) ve muhtemelen hiç Türk dizisi izlemeyen (yalanın tillâhı) ekip bile bu tufanın bodoslama içinde aslında. İşin garibi, asıl dikkatimi çeken Türk erkek profil fotolarının bu konuda daha bi atakta olduğu. Kadınlardan daha seksi pozlar veriyorlar artık. Vallahi de billâhi de daha çok özeniyorlar; yandan yandan çekmeler, yanar dönerli bi takım profil fotosu olmak için doğmuş pozlar. Ve artık Türk erkeği de dudak pozuna yatay geçiş yapmış, henüz Kemal Doğulu tipi dudak dolguları olmasa da... Çok yakın gelecekte o da olacak gibi. 

Onu anladım. Bakıyorum da dudaklar aralanıyor filân, uuuuu lö yerli yağız crew. Ve erkeklerin mutlaka havuza atlamadan önce veya deniz kenarı çıplak bi pozu olacak fetvasını kim verdiyse, onu ense kökünden yakalamak ve kafasını thai yağında marine etmek istiyorum. Oğlum, Kıvanç Tatlıtuğ musunuz? Bu özgüvenin kaynağı ne? İnsanı erkek vücudundan soğutan evli ve çocuklu ilkokul arkadaşımın fiziğini gördükten sonra, ruhta yaratılan bu tahribatın hesabını kim verecek? Koy efendi gibi gömlekli fotoğrafını oraya, aga! Neyine lâzım senin 2 santimlik omuzlarını açmak ya? David Beckham sanki aybalam. Nasıl bir özgüven, denize atlamalar, gerilmeler falan. Yeri geldiğinde ‘manda gibiyim karıcım, lütfen beni çekme’ demek bir erdemdir. Senden Chris Brown baklavası istemiyor kimse.

Her Türk erkeği gibi, yap Dukan’ını, rahvan gitsin. Karılarınızı zayıf görmek isterken iyi tabee. Ayrıca bi kadın koysa öle havuz başı, deniz serpilme pozlarını, demediklerini bırakmazlar. Kızdım bak iyice şimdi. Feminist yaptınız beni akşam akşam zorla yaa. 

Boynum valla çok kötü. İyileşmem için dua eden herkese şimdiden lö şükran! Allah’ım nolur iyileşeyim! 

Yasaklı bir başka Cumartesi akşamında, İbo Şov Angaralılar Gecesi’ni izlerken keklik gibi sekiyor olabilirdim şu an. Oysa ben, Boynu Bükükler filminin Küçük Emrah’ı gibiyim. Boynum gerçekten bükük, 45 derecelik açıyla sola kayık! Film afişindeki Emrah gibiyim, aynıııı. Tastamam aynısı. 

Mayıs 2021 terk-i diyâr ediyor ömrümüzden. Bi daha Mayıs 2021 diye bişii olmıycak mesela. Tıpkı Mayıs 2019’un bir daha asla olmadığı gibi. Özlüyorum çok. Hem de çok. Çok. Boynum mecâzi anlamda da bükük yani bi anlamda bugün. Çünkü bugün, o gün.

>>>>

O zaman, dinle.

Emrah- Boynu Bükükler